Kan, Ter, Gözyaşı. İşte Bir Çevirmen ve Bir Yazar,
İşte Karşınızda Sibel Atam…
Sibel Atam. Bu ismi daha önce duydunuz mu? Muhakkak duymuşsunuzdur. Duymadıysanız, biz size anlatalım.
Başta Nikola Tesla’nın Sıra Dışı Hayatı, Kobe Bryant’ın yaşam öyküsü, Muhammed Ali Dünyanın Kralı olmak üzere birçok eseri İngilizceden Türkçeye çevirerek dilimize kazandıran hem yazar hem de usta bir çevirmen.
Sizler için her fuara katılan ve İzmir Kitap Fuarı’nda da çevirdiği kitapları imzalayıp tek tek okurlarının görüşlerini dinleyen, küçük büyük herkesle sohbet eden, yaptıklarıyla ünü belki de ülke sınırlarını aşmasına rağmen bir o kadar da mütevazı olan bir insan.
İşte bir iş kadınının bir çevirmene ve bir yazara dönüşmesinin hikayesinden çok, artık yaptığı çevirilerle birçok okuyucuya ulaşan Atam’ın bunu nasıl yaptığına ilişkin haberimiz sizlerle… Buyurun, doya doya okuyun.
Gökdeniz ENGİN : Birçok çeviri var, dolayısıyla da birçok çevirmen. Çevirilerinizde sizi diğerlerinden farklı kılan şey nedir?
Atam: Her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır, derler. Aynı işi yapan kişilere şöyle bir baktığınızda herkesin kendine has yöntemleri olduğunu fark edersiniz. Aksi bir durum doğa kanunlarına aykırıdır zaten. Dolayısıyla, nasıl ki her insan aynı duyguyu kendine has bir üslupla dile getiriyorsa, aynı kitabın birçok çevirisi de değişen üslup sebebiyle birbirinden farklı olur. Size daha ilginç bir şey söyleyeyim; aynı çevirmen aynı kitabı bir yıl arayla bir daha çevirse, öncekinden farklı bir eser ortaya çıkarır. Bunun nedeni, zaman içinde kendini mesleğinde geliştirmiş olmasıdır. İnsan tecrübe kazandıkça uzmanlaştığı alanlarda aşama kaydeder. Tam da bu sebeple, “mükemmel çeviri” diye bir şey yoktur. Bir metnin her zaman daha iyi bir çevirisi yapılabilir. O yüzden bu konuda çok da iddialı olmayı doğru bulmuyorum. Her yeni on yıllık dönem beraberinde yeni kültürel olguların yanı sıra dilde de zenginliği/çeşitliliği/bozulmayı getiriyor. Doğal olarak ifade şekilleri de değişiyor. Bu yüzden “iyi çeviri” iddianız; biri çıkıp sizden daha iyisini yapana ya da siz daha iyisini ortaya koyana kadardır. Bana gelecek olursak; okumak istediğim tarzda çeviriyorum: akıcı, kolay anlaşılır, okuru yormayan; ama diğer taraftan da isabetli kelime tercihleriyle okur üzerinde etki bırakan bir üslup. Elbette yazarın anlatım diline uydurarak. Sanırım okurların hoşuna giden de bu. Kimse kendisini yoran bir kitabı okumaya devam etmek istemez.
Gökdeniz Engin: Yazarın anlatım diline uydurarak, dediniz. Çevirmenin kendine has bir tarzı olma özgürlüğü var mıdır, ya da bir diğer deyişle; çevirmenin yazarın tarzına sadık kalma zorunluluğu var mıdır?
Sibel Atam: Bu çok tartışılmış bir konudur. İşin doğrusu; çevirmen bir “aracıdır.” Yazarla okuru buluşturan kişidir. Mümkün olduğunca görünmez olmalıdır. Yabancı yazarların eserlerini kendi dilinizde okumanızı sağlayan kişi olduğundan; hem yazara hem de siz okurlara saygılı olmalıdır. Ancak daha önce de söylediğim gibi her yiğidin yoğurt yiyişi farklı olduğundan, çevirmen mümkün olduğunca yazarla uyum sağlamaya ve ortak bir zemin bulmaya çalışır. Uyamadığı yerde okur bunu çok net hisseder zaten. Okuma deneyiminiz size yabancı yazar kitabı Türkçe yazmış hissi yaşatıyorsa, bilin ki bu tamamen çevirmenin başarısıdır. Ancak çevirmen metinde gördüğü aksaklıkları, terslikleri düzeltme yetkisine sahip değildir. Yayıneviyle ortak bir karar alarak belki bunu yapabilir ama kurguya müdahale edemez. Biyografi türündeki ve akademik içerikli kitapları istisna olarak değerlendirmek daha doğru olur. Tek kelimesini bile değiştirmemeniz, olduğu gibi aktarmanız gerekir. Bu yüzden bu tür kitaplar düz yazının dışına çıkabildiğinden bazen çeviri kokabilir, bu normaldir. Ancak bir çevirmenin ele aldığı tüm kitapları tamamen kendi tarzında yeniden yazması da kabul edilemez. Böyle bir şeyi hiçbir yayınevi kabul etmez. Okur da tepki verir. Siz bir yazarın tarzını, tekniğini çok sevdiğiniz için bir kitabını alacaksınız, ama karşınıza bambaşka bir şey çıkacak… Bunu kimse onaylamaz. Bu, şiir yapısında uyaklı cümleleri olan Shakespeare’in bir oyununu (mesela Hamlet’i) tüm şiirselliğini kaybetmiş, düz yazı formundaki çevirisinden okumak gibi bir şey olur. O kitapta Shakespeare de, oyun da tüm ruhunu ve kişiliğini çevirmene kurban etmiştir mesela. Yazık olmuştur, hem de çok yazık.
Gökdeniz Engin: Çeviride sansüre nasıl bakıyorsunuz? Orijinal metni hedef kitleye göre uyarlamak ile sansür arasında ne gibi bir farklılık vardır?
Sibel Atam: Öncelikle sansürden yana olmadığımı söylemek isterim. Sanatta sansür olmaz. Ancak çeviriyi teslim edeceğimiz yayınevinin belli kriterleri ve belli bir çizgisi olabilir; bize küfürleri, erotizmi aşan ifadeleri birebir çevirmememizi söyleyebilir. Öyle bir durumda yayınevinin politikasına bağlı kalmamız gerektiğinden, istenmeyen ifadelerle aynı ya da en yakın anlamı verecek kelime tercihlerinde bulunmak çevirmenin hakları arasındadır. Tam tersi; çevirmenin sansür uyguladığı ve yayınevinin bunu kabul etmediği durumlar da olabilir. Bu tamamen karşılıklı anlaşmaya bağlı. Benim şahsi tercihim hiçbir şekilde sansür uygulamamaktır. Çünkü o zaman hikâyenin ruhunu öldürmüş, verilmek isteneni eksik yansıtmış oluruz. Şimdiye kadar en fazla kelimeyi yumuşattığım olmuştur, o kadar. Ben okuduğumda hangi etki altında kalıyorsam okura da bunu geçirmekle mükellefim sonuçta. Hedef kitleye göre düşünecek olursak; elimizde bir çocuk kitabı varsa ve metinde bizim toplumumuzla hiçbir şekilde bağdaşmayan anlatımlar, ifadeler yer alıyorsa yaptığım tek şey işi reddetmek olur. Ama mecbursak ve benim çevirmem gerekiyorsa, o zaman anlamdan hiçbir şekilde uzaklaşmadan bazı olguları daha yumuşak verme yoluna giderim. Tabii yayıneviyle bu konuda hemfikir olduktan sonra. Sonuç olarak sansür öldürmektir, yumuşatarak uyarlamak da bir nevi yaralamak.
Gökdeniz Engin: Sansür gerekli midir? Değilse, sansürle nasıl başa çıkılır?
Sibel Atam: Şahsi fikrime göre gerekli değildir. Nasıl ki bir tiyatro oyununda oyuncu hiçbir şekilde senaryoya müdahale etmiyor ve rolünü hak ettiği gibi oynama gayreti içine giriyorsa, bir ressam nü resim yapmaktan ya da toplumdan dışlanma korkusuyla çok uç noktada gibi görünen bir kompozisyondan kaçınmıyorsa, yazarlar da kaçınmaz çünkü onlar da birer sanatçıdır. Bir çevirmenin de işi elindeki metni en doğru şekilde başka bir dile uyarlamak olduğundan; sansürü aklından geçirmesinin bile doğru bir hareket olmayacağı kanaatindeyim. Ancak sözlü çeviride bunun aksinin söz konusu olduğu durumlar vardır. Yabancı bir konuk Türk gelenek göreneklerine asla uymayan, kibarlık sınırlarını aşan, hakaretvari ya da fazla münasebetsiz bir tutum içindeyse sözlü çevirmen durumu kurtarmak için birtakım hamleler yapabilir ve ortam gereği bu şarttır da. Ancak yazılı çeviride en uygun üslupla anlatılmak istenenin verilmesi gerektiği taraftarıyım. Yazar karakterini küfürlü konuşturuyorsa, bırakırım konuşsun. Bir seks sahnesi geçiyorsa, bırakırım geçsin. Okurları bunların hikâyenin bütününe olan etkilerinden mahrum bırakmak, onlara yapılabilecek en büyük kötülüktür. En güzel çözüm; sorunlu addedilen cümlenin/kelimenin/bölümün isabetli kelime tercihleriyle bir şekilde aktarılmasını sağlamaktır.
Gökdeniz Engin: Sansür uygulamak verilmek istenen mesajı tam olarak iletmenin önünde bir engel midir?
Sibel Atam: Kesinlikle evet. Mesela vahşice işlenen bir cinayet, korkunç bir tecavüz sahnesi tüm çıplaklığıyla ve en iğrenç gelecek detaylarıyla veriliyor diyelim. Siz çevirmen olarak bu cümleleri okuduğunuzda nasıl sarsılıyorsanız ve yazara, hikâyeye karşı algınız, bakışınız değişiyorsa aynı etkinin okur üzerinde yaratılması da sizin görevinizdir. Orada çıkaracağınız tek bir kelime bile okurun kafasında oluşacak imgeye müdahale etmektir, hayal gücüne uygulanan yasaklamadır. Yazarın tüm çabasını bir kalemde yok etmektir, çöpe atmaktır. Siz toplumsal yapımız gereği farklı bir kültürde (örn: batı kültüründe) kabul edilebilir görünen bir detayı sakıncalı bulduğunuz için metne dahil etmediğinizde yazarın okura ulaşmasını, okurun kitaptaki karakterle empati kurmasını, dolayısıyla da hikâyeyi içselleştirmesini engellemiş olursunuz. Sizin iğrenç ya da vahşice gördüğünüz bir olay belki de o eseri okuyan kişinin başından geçmiştir ve sırf siz eksik aktardığınız için belki de kendine acımaya ve yaşadıklarıyla baş etme gücü bulamamaya devam edecektir, hiç bilemezsiniz. Küfür olgusu Batı kültüründe gündelik yaşamın daha bir parçası, bunu kabul ediyorum. Biz Türkçede sürekli ağır küfürlü konuşmuyoruz ama böyle durumlarda hafif argo bir üslup benimsenip yine okurun aynı tadı alması sağlanabilir. Kesildiğinde, o küfürlerin altında yatan espriyi/isyanı/çaresizliği okura aktaramamış olursunuz. Küfrün de bir çeşit duygu aktarımı olduğu unutulmamalıdır.
Gökdeniz Engin: Türkçe çok farklı özelliklere sahip bir dil. Birçok kelimenin kişiden kişiye değişen anlamları var, bunu bazen “nereye çeksen gelir,” diye ifade ederiz. Benim “A” dediğime siz “B” diyebilirsiniz mesela. Yetişme kültürünüze, çevresel faktörlere göre bu anlamlar değişebilir. Bu konuda nasıl önlemler alıyorsunuz? Yani her etnik kökenin aynı şeyi anlayabilmesini nasıl sağlıyorsunuz?
Sibel Atam: Öncelikle noktalama işaretlerini doğru yerlerde kullanarak. İkincisi de, çeviri yöntemlerine başvurarak. Üniversitelerde çeviri öğrencilerine bu teknikler detaylı bir şekilde öğretilir. Size şöyle özetleyeyim; yabancı bir milletteki kültürel bir öğenin kendi kültürümüzdeki karşılığını bulur ve o şekilde çeviriye dahil ederiz. Buna, “Yerelleştirme” denir. Karşılığı yoksa sayfa altına koyacağımız bir dipnotla okura gerekli açıklamayı ya da bilgilendirmeyi yaparız. Yerelleştirme yapmanın da belli bir ölçüsü vardır. Mesela dini öğelere çok dikkat etmek zorundayız. Şöyle örnek vereyim: İsmi John olan Amerikalı bir karaktere, “O kadar kusur kadı kızında da olur,” veya “Allah’ım inşallah istediğim gibi olur,” dedirtmemelidir çevirmen. Okur bir Hıristiyan’ın veya batı kültüründe yetişmiş birinin böyle konuşmayacağını zaten bilir. Ayrıca sizin de dediğiniz gibi; kendi kültürümüz de çok çeşitlidir ve herkesin anlayabileceği ortak bir dil, ortak bir terim, ortak bir deyim seçmek zorundayız. Çevirmen doğduğu ya da yaşadığı coğrafi bölgeye has terimleri ve deyişleri kullanmamalıdır, aksi takdirde bir başka coğrafyadaki okur onu anlamakta zorlanır ya da çeviriyi abartılı derecede uyarlanmış bulur. Çevirmen kelimelerin genel anlamlarını dikkate almalı, yöresel anlamlardan kaçınmalıdır. Yoksa hedef kitleyi daraltmış olur, bu da uzun vadede çevirmenin aleyhine bir durumdur.
Gökdeniz Engin: İngilizceden Türkçeye bazı çevirilerde okunan metnin anlaşılmasında bazı zorluklar yaşandığı gerçek. Bunu neye bağlıyorsunuz ve bununla ilgili nasıl önlemler alıyorsunuz?
Sibel Atam: Bazı çevirileri okuyup, “Nasıl olur da anadilimde yazılmış bir şeyi anlayamam,” diye düşündüğüm olmuştur, bu sebeple ne demek istediğinizi çok iyi anlıyorum. Ancak bunun sebebini kitap çevirmenliğine başladıktan sonra anladım diyebilirim. Çevirmenin kendisinin de anlamadığı bir metni çevirme çabasıdır, bu söylediğiniz. İlk başlarda ben de bununla mücadele ettim. Bazen yazarın dili çok karmaşık olabiliyor ve anlayamayabiliyorsunuz; dolayısıyla anlamadığınız bir şeyi de anlatamıyorsunuz. Bu, çok normal bir şey. Bunu nasıl yendim? Metnin orijinalini tam manasıyla anlamadan çevirmeyi reddederek. Kendimi bir okur gözüyle eleştirerek. Her kitapta kendime bir kez daha meydan okuyup daha iyisini yapma mücadelesi vererek. Bu söylediğiniz iki sebeple oluyor: Birincisi maddi kaygıların başarılı bir iş ortaya çıkarmanın önüne geçmesi, ikincisiyse meslekte acemilik. Bu konuda sıkıntı yaşadığını hisseden bir çevirmenin yapması gereken ilk şey “bir bilene danışmaktır.” Bunda çekinecek bir şey yok; ben de hâlâ anlayamadığım bazı yerler olduğunda etrafıma sorabiliyorum. Veya bana sorulduğu da oluyor. Çeviri yaparken beyniniz çok fazla yoruluyor ve bir noktada en basit cümleyi bile algılayamayacak hale gelebiliyorsunuz, bu çok normal. Çevirinin çok tuzakları vardır, kapılmamak için otokontrolü elden bırakmamak ve sürekli şüpheci yaklaşmak zorundasınız. İş yetiştirme stresi altında olan bir çevirmen yerelleştirme yapmadan, orada bir deyim olduğunu fark etmeden, dil yapısındaki farklılığı gördüğü gibi birebir yansıtarak çevirip geçebiliyor. Son okuma bile yapmadan işi teslim ettiği için hataları görmüyor, ya da beynine çok yüklendiği için okusa bile göremiyor. Sonuç? Tüm tuzaklara düşmüş oluyor ve yayınevinde bunları gören, düzelten ya da çevirmeni uyaran bir ekip yoksa doğrudan okura yansıyor.
Gökdeniz Engin: Çeviri yaparken yaşadığınız zorluklar neler? Bir televizyon programında, çeviri bitmeden aylarca evden çıkmadım, demiştiniz. Aylarca evden çıkamamak hayatınızda neleri değiştirdi ve sizi nasıl etkiledi?
Sibel Atam: “Çeviri yapıyorum, evden çalışıyorum,” dediğimde insanların gözünde canlanan tek şey; evimin konforunda bütün gün masamda oturup keyifle bir şeyler yazdığım oluyor. Ben ise bir çeviri sürecini tam anlamıyla, “Kan, Ter ve Gözyaşı” olarak tanımlıyorum. İşin aslı hiç de göründüğü gibi değil. Bir kere mesai saati olgusu yok. Bu da günlük yaşantınızı programsız bir hale getiriyor. Programlı biri değilseniz hayatınızın dengeleri altüst olabiliyor. Çeviri dışında hiçbir şey yapmaya mecbur değilseniz işler sarpa sarıyor. Ne yattığınız saat belli, ne kalktığınız. Çevirinin yanı sıra bir de aile hayatı sürdürmek zorundaysanız, çok planlı olmak zorundasınız. Belli bir mesai saatinin olmaması insanda rehavete yol açtığı için genellikle işinizi erteliyor ve aile yaşantınıza odaklanıyorsunuz. “Nasıl olsa gece yaparım,” düşüncesi en büyük tuzaklardan biri. Sürekli ertelenen işin teslim tarihi yaklaştığındaysa hayattan bağınızı kopararak çalışmadığınız süreleri telafi etmek zorunda kalıyorsunuz, bu da sizi sağlık açısından bitiriyor. Gözlerimi kapatsam da istemsiz hareketini engelleyemediğim için acısından, parmak uçlarımla eklemlerimin ağrısından uyuyamadığım çok olmuştur. Elinizdeki iş teknik detaylar içeriyorsa (örneğin bir sporcu ya da bilim insanı biyografisi, akademik bir eser gibi araştırma gerektiren bir eser ise) çeviriye ara verip hayatı yaşamaya çalışmak sizi o işten koparıyor ve çok dikkat gerektiren terimlerde tutarlılık sağlayamayabiliyorsunuz. Bu yüzden böyle kitaplar söz konusu olduğunda mümkün olduğunca (mesela her gün 15 sayfa çevirme hedefi koyduğunuz için) planlı olmalı ve ruhunuzla beyninizi o kitabın içinde tutmalısınız. Bu da bazen kitap (yaklaşık 400 ila 700 sayfa arası) bitene kadar evden çıkmamayı zorunlu kılabiliyor. Beraberinde ciddi bir stres de getirdiği için bel-boyun fıtığı, kronik sırt-bacak ağrıları, kaslarda güçsüzlük, hareketsizliğe bağlı eklem ağrıları, romatizmal hastalıklar (özellikle de fibromiyalji), hazımsızlık, sinir sisteminde sorunlar, vb. yakanıza yapışıyor. Kitap çevirmenliğine başladığımdan beri ciddi bir kilo artışı ve bahsettiğim hastalıkların bazılarına sahip oldum diyebilirim. Mesela, Kobe Bryant’ın biyografisinin çevirisi yaklaşık üç ay sürmüştü ve ben evden çıktığımda mevsim değişmişti, kendimi başka bir evrenden ışınlanmışçasına çevreme yabancı hissetmiştim, ayak uydurmam bir haftamı almıştı. Bu satırları okuyanlara ne kadar inanılmaz gelse de işin gerçeği bu ve komik olduğu kadar da acı bir tablo aslında. Çevirmen arkadaşlarım da benzer sorunlar yaşıyor. Şimdi ise bunlardan kurtulma yollarını bulmaya çalışıyorum. Sanırım sporu her çevirmen hayatına dahil ederse sorun çözülebilir. Anlayacağınız; sanıldığından çok daha meşakkatli bir iş yapıyoruz.
Gökdeniz Engin: Peki, burada ne kadar bir süreden bahsediyoruz? Mesela; bir kitabın çevirisi kaç gün sürüyor?
Sibel Atam: Bir kitabın içeriğine ve sayfa sayısına göre çeviri süresi değişmekle birlikte ortalama 45 gün veya iki ay diyebiliriz. Roman türünde çok satan kitapların çevirisi nispeten kolay olduğundan 300-400 sayfalık bir kitap 45 günde çevrilebiliyor. Ağır bir edebi eserse, belli bir teknik benimsenerek yazılmışsa, tarihte belli bir dönemi yansıtıyorsa, araştırma gerektiriyor veya teknik konular içeriyorsa bu süre üç aya, hattı bazı kült eserlerde altı aya veya bir yıla (evet yanlış duymadınız) çıkabiliyor. Tamamen içerikle, çevirmenin yazarın diline ayak uydurabilmesiyle, bir uyum yakalayabilmesiyle alakalı bir durum.
Gökdeniz Engin: Uzun süren kitap çevirilerinde ailenize vakit ayırmayı nasıl başarıyorsunuz?
Sibel Atam: Genelde çevirinin başlarında zaman ayırıyorum, çünkü nasıl olsa sonlara doğru bir sıkışma söz konusu olduğu için kendimi kapatacağımdan; çeviri sürecinin ilk yarısında ailemle bol bol vakit geçiriyorum. İki kitap arası boşluğum olursa da mutlaka değerlendiriyorum. Ama bu tavsiye ettiğim değil; düzeltmeye çalıştığım bir durum. Aslında haftanın bir gününü hafta sonu mantığıyla kendinize ve ailenize ayırmanız en sağlıklısı. Tabii yapabilirseniz.
Gökdeniz Engin: Peki, edebiyat çevirisi sizce Türkiye’de yeterince önemseniyor mu? Bu alandaki çevirmenlerin geri planda kaldığını, bir bakıma ötekileştirildiğini düşünüyor musunuz?
Sibel Atam: Çeviri zaten genel olarak ülkemizde hiçbir anlamda gerektiği kadar önemsenmiyor, ciddiye alınmıyor. Yurtdışıyla karşılaştırdığınızda gözle görülür bir kalite düşüklüğü ve önem vermeme eğilimi var. Hâlbuki yurtdışında bu iş çok ciddiye alınır, verilen emeğin farkındalığıyla çevirmene hak ettiği rakam düzenli bir şekilde ödendiğinden çevirmen de mutlu olur, iş istediği kalitede teslim edildiği için işveren de. Ülkemizde zaten bunun tersi bir tablo mevcutken ve kitap okuma oranı gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında bu kadar düşükken, edebi çevirinin ne olduğunun tam manasıyla anlaşılamamasından dolayı ciddiye alınmadığını, bilakis küçümsendiğini düşünüyorum. Çevirmen de bir yazardır. Bu nitelik olmazsa başarılı bir eser ortaya koyamaz zaten. Bazı yayınevleri tarafından da çok basit bir işmiş gibi algılanıyor ve maddi çıkarlar ön planda tutulduğu için çevirmenin hakkı gasp ediliyor. Çok şükür başıma böyle bir şey gelmedi ama çevremde kötü örneklerini gördüm ve duydum. Ama biliyor musunuz, geçmişte bu kısmen de çevirmenlerin kendi rollerinin önemini anlamamalarından kaynaklanmış olabilir. Belki yasal haklarının farkında olmadıkları ya da belki de bu işi severek yapmadıkları için. Kitabın temel hakları tabii ki yazarda, ama Türkçe hakları çevirmende. Yani bir kitabın Türkçesi yazarın olduğu kadar çevirmenin de. Halkın, çevirmenin, yayınevinin bunun bilincinde olması lazım. Bir de genelde evden çalıştığımız ve elimizdeki projeler uzun soluklu olduğu için kendi içimize kapanıyoruz, belki bu yüzden de organize olamıyoruz. Her türlü sebepten olabilir ama ben bu durumu bireysel çabalarımla düzeltmeye çalışıyorum. Bir web sitem var, fuarlara gidiyorum, okurlarla tanışıyorum, televizyonlarda ve gazetelerde çıkıyorum. Bunu kendimi tanıtmanın yanı sıra edebi çevirmenliğin önemini vurgulamak için de yapıyorum. Bunu yapan edebi çevirmenlerin sayısı artsa, kısa sürede ciddi oranda bir bilinçlenme gelişir, emek sömürüsü azalır diye düşünüyorum.
Gökdeniz Engin: Çocuklarının Türkçeyi daha iyi öğrenebilmesi için ailelere neler tavsiye edersiniz?
Sibel Atam: İlkokul çağında Türkçe dersine, ortaokuldan itibaren de dil bilgisi ve edebiyat derslerine öncelik tanınması gerekiyor, diye düşünüyorum. Anadiline hâkim olan insan, kendini iyi ifade edebilen insandır ve bu her meslek dalında büyük fayda sağlar. Nasıl ki bir siyasetçinin konuşmayı ve topluma hitap etmeyi becerememesi düşünülemezse aynı şekilde bir matematik öğretmeninin de dersi anlatmayı becerememesi kabul edilemez bir durumdur. Tabii bu söylediğim; ideal şartlarda. Aileler çocuklarının herhangi bir meslekte başarılı olmalarını istiyorlarsa öncelikle anadillerini çok iyi öğrenmeleri üzerinde durmalılardır. Akademik eğitime en büyük katkı sağlayan da kitap okumaktır. Genellikle konuşma ve kendinizi ifade etme yetiniz, okuduğunuz kitap sayısıyla ve içeriğin niteliğiyle doğru orantılıdır.
Gökdeniz Engin: İngilizce hiçbir destek almadan evde kendi imkânlarımızla öğrenebileceğimiz bir dil midir?
Sibel Atam: Bu sorunun cevabı ihtiyacınıza bağlı olarak değişir. Yurtdışı seyahatlerinde iletişim sorununu gidermek için kullanacaksanız, evde kendi başınıza bazı kalıpları –mesela; “Bavulumu kaybettim,” “Havaalanına nasıl gidebilirim?” “Şu adres ne tarafta?” gibi cümle ve soru kalıplarını- ezberleyerek veya teknolojinin nimetlerinden faydalanarak da bu sorunu halledebilirsiniz. İş ortaklarınızla diyalog kurabilmek, derdinizi anlatabilmek istiyorsanız etrafınızda sorabileceğiniz biri olsa bile bir eğitimciden destek almadan öğrenmek çok zordur; sorularınıza cevap bulamadığınızda, nasıl cümle kuracağınızı anlamadığınızda işin içinden çıkamazsınız. Tercüme yapayım diyorsanız da mutlaka bir üniversite ya da dengi eğitim gereklidir, yurtdışında bir süre yaşamış olmak ciddi avantaj sağlar çünkü tercüme yapabilmeniz için yabancı kültürlere de en azından aşina olmanız, jargona hâkim olmanız gerekir. Sadece iyi derecede yabancı dil bilmekle yapılabilen bir iş değildir. Belli alanda uzmanlaşmayı gerektirir.
Gökdeniz Engin: İngilizceyi iyi öğrenebilmek için neler yapmak gerekir? Ne tür yardımlar alınmalıdır?
Sibel Atam: Bir yabancı dil öğrenmenin en pratik yolu yurtdışında yaşamak, okumak veya bir süreliğine bulunmaktır. Orta seviyede yabancı dil bilip de sonrasında yurtdışında geliştirenlerin yabancı dil bilgisi daha kalıcı oluyor, çünkü gündelik hayata adapte etmiş oluyorlar. Ancak kendi ülkenizde kalıp yabancı dil öğrenecekseniz ekstra çaba harcamanız gerekir. Çünkü büyük ihtimalle gündelik hayatınızda kullanmayacaksınız ya da az kullanacaksınız ve belli bir eğitim kurumuna veya özel derslere devam etmedikçe geliştiremeyeceksiniz. Orta seviyeye ulaştıktan sonra yabancı dilde kitap okumak büyük katkı sağlar, dil kullanımının çeşitliliği görülmüş olur, beyin okuma süresi boyunca yabancı dilde düşünmeye alışır. Bu başarıldığında, sonrası zaten kolaydır. Bir kere yabancı dilde düşünmeye alıştığınızda ve kurmak istediğiniz cümleleri aklınızda çevirme çabası içinde olmamayı öğrendiğinizde ciddi bir yol kat etmişsiniz demektir. Hatta size bir anımı anlatayım: Sekizinci sınıftayken İngilizce dersinde tüm zaman kiplerini öğrenmeyi bitirmiştik, epey de kelime bilgimiz vardı. Yaz tatiline doğru İngilizce öğretmenimizle sohbet ederken bir arkadaşımız çıkıp, “Hocam, biz artık tüm zaman kiplerini öğrendik, artık İngilizce biliyoruz yani, değil mi?” diye sordu. Hep saygı ve sevgiyle andığım Sayın Sevil Evecen de gülerek şöyle cevap verdi: “Hayır, rüyalarınızı İngilizce görmedikçe İngilizce bildiğinizi iddia edemezsiniz.” İşte, bir yabancı dili tam manasıyla bilmenin ölçüsü hakikaten budur.
Gökdeniz Engin: Mütercim tercümanlık okuyan öğrencilere ne gibi tavsiyeler verirsiniz?
Sibel Atam: Zaman zaman davet edildiğim üniversitelerde en çok karşılaştığım ve bana ulaşan üniversite öğrencileri tarafından en fazla yöneltilen sorulardan biri; “Hocam, okuduğumda anlıyorum ama Türkçeye çeviremiyorum/çevirmekte zorlanıyorum.” Bu yüzden onlara verebileceğim en büyük tavsiye önce anadillerini çok iyi öğrenmeleri ve cumhuriyetin ilk dönemindeki Türk yazarların tüm eserlerini okuma gayreti içinde olmalarıdır. Bu, onlara çevirmenlik hayatlarında inanılmaz boyutta bir katkı sağlayacaktır. Türkçe kelime haznelerini ve ifade biçimlerini ne kadar geliştirirlerse o kadar iyi çeviriler ortaya koyarlar. Günlük konuşma dilinde becerikli olmak çeviriye hiçbir fayda sağlamaz çünkü yazı dili farklıdır ve bu işin tek sırrı çokça kitap okumak, çokça el alıştırması yapmaktır. Bu yüzden öğrencilik hayatları devam ederken ufak tefek işler alarak bir başlangıç yapmalarını öneririm. Mezun olduklarında da yaptıkları işleri referans olarak kullanma şansları olur ve bu konuda hiç çaba sarf etmeyenlere nazaran daha avantajlı durumda olurlar.
Gökdeniz Engin :Ünlü Formula 1 pilotu Niki Lauda’nın İngilizce biyografisini Türkçeye çevirmeyi düşünür müsünüz?
Sibel Atam: Bu sıralar edebi eserlerin çevirisine yöneldim ve elimdeki işler bu doğrultuda ama elbette düşünürüm, neden olmasın. Öncelikle bu konuda yayıneviyle detaylı bir şekilde görüşmek, anlaşmak ve çeviri programına dahil etmek gerekir. Yayınevi basmak isterse veya herhangi bir yayınevinden böyle bir talep gelirse seve seve çeviririm.