Amerika’da yaygın kullanılan bir söz vardır, çok severim: Bir çocuğu yetiştirmek için tüm kasaba gerekir. Aslında orijinali Afrika’ya özgü bir atasözüdür (Bir çocuğu yetiştirmek için bir köy gerekir). Anlamı, bir çocuğun yetişmesine ve ilk hayat tecrübesini güvenli bir ortamda edinebilmesine yardımcı olabilmek için birbirinden farklı bireylerden oluşmuş ve çocuklarla etkileşim içerisinde olan toplumun topyekûn emek vermesi gerektiğidir.

Mesela, ben çok güzel karpuz seçerim. Daha sekiz yaşımdayken her yaz aynı köşe başında karpuz satan yaşlı kamyoncu amca öğretmişti bana. İlkokulda matematik dersim hep zayıftı, pek kafam basmıyordu açıkçası, ama para üstü hesabını yapmayı (dolayısıyla pratik yoldan toplama-çıkarmayı) bakkal amcadan öğrenmiştim. Düştüğümde çok canım yansa, dizlerim patlayıp kanasa bile ağlamamayı, ayağa kalkıp dizimden kan aka aka yoluma devam etmeyi de yanımdan geçerken, “Yok bir şey, yok, kalk bakalım, n’olcakmış şuncacık yaradan, ağlamazsın sen,” diyen teyzelerle amcalardan öğrendim. Çünkü, “Ayy, yavrum! Vah vah!” diye panikle arkamdan koşan bir anne yoktu. Çaresiz kalktık ayağa, gururumuza yediremedik ağlamayı; güçlü olmayı ve acılara pabuç bırakmamayı böyle öğrendik biz. Mahallede çok gürültü yaptığımızda tatlılıkla da tepki alırdık sertlikle de. Ama kimseyi rahatsız etmemek gerektiğini öğrenirdik; hele anne-babamızdan aldığımız kuvvetle hadsizce karşılık vererek büyüklerimize saygısızlık etmeyi aklımızdan bile geçirmezdik.

Çünkü bizim anne-babamız aslında tüm sülalemiz, tüm mahallemiz, hatta tüm öğretmenlerimizdi. Çünkü anne-babamız bizi okula yazdırırken öğretmene, “Eti senin, kemiği benim,” derdi. Biz o yüzden bir büyüğümüzü gördüğümüzde üstümüze başımıza çeki-düzen verir, saygıda kusur etmemeye özen gösterirdik. Kendimizi herkese karşı sorumlu hissederdik.

Okuldan geldiğimde annem evde yoksa istediğim her kapıyı gönül rahatlığıyla çalabilirdim, girdiğim evde ailemin öğrettiği adabı muaşeret kurallarına dikkat etmem gerektiğini kaş-göz hareketlerinden anlardım. Karnım aç olsa bile, teklif edilmedikçe bir şey yemeyi talep etmezdim, bana ne ikram edilirse nezaket icabı kabul ederdim, normalde evimde ağzıma sürmediğim bir şey olsa da kırmamak için yerdim. Zaten aksi bir tutum içinde olsam mutlaka gerekli tepkiyi görürdüm, lafı babama kadar giderdi ve akşam beni sağlam bir azar bekliyor olurdu, annem bu meseleyi asla unutmaz ve en az iki hafta boyunca sıkı tembihlerine devam ederdi. Girdiğim evin ahalisi başka bir dinin mensupları olduğunda onların inançlarına ve dini sembollerine de saygı duymayı öğrendim. Engelli oğlu olan bir komşumuzdan böyle insanlara nasıl yaklaşmam gerektiğini, saygı göstermeyi, asla alay etmemeyi öğrendim. 80’lerin şehir çocuğuyum ben. Aynı apartmanda yedi çocuktuk biz, dairelerin kapıları açık dururdu, annem bana kızdı mı hemen koşup komşulardan birinin evine kaçardım. Ama komşular da anne-baba rolü üstlenirdi. Kimse şımartmazdı bizi. Neden geldiğimizi tatlılıkla sorgularlar, içimizi dökersek öğüt vererek yol gösterirler, doğruyu yanlışı öğretirlerdi. Anne-babanızı dinlemezdiniz belki ama onları dinlerdiniz, işte. Kimse sizin için, “Aman canım, benim çocuğum değil ya, bana ne,” demezdi.

Karnımız açken yalanarak baktığımız vitrinden pastahaneci amca bir kek alıp bize uzatırdı, bazen de sıcak yaz günlerinde bir bardak limonata ikram ederdi, dünyanın en mutlu çocukları olurduk, ah o limonatanın tadı nasıl da başkaydı. Güzel yapıldığından mı, biz çok susadığımızdan mı, yoksa pastahaneci amca gülen yüzüyle büyük bir içtenlikle bize ikram ettiğinden mi o kadar tatlıydı?

Eskiden insanlar evlerinde şimdiki kadar yaygın şekilde köpek beslemezdi, böyle bir niyetleri olduğunda sokak hayvanlarını evlerine alıp bakarlardı. Kedi besleyen evlerin sayısı hayli fazlaydı. Gittiğimiz bir evin kedisini severek, sokak hayvanlarına yiyecek artıklarını götürerek öğrendik biz hayvan sevgisini. Veteriner klinikleri şimdiki gibi çok sayıda değildi, ulaşmak zordu. Sokakta yaralı bir hayvan görsek yapacağımız ilk şey tutup eve getirmek olurdu, ailemiz izin vermese de koynumuza sokar, gizlice saklardık odamızda. Bulabildiğimiz çul-çaputla yarasını sarar, beslemeye çalışırdık buzdolabından gizli gizli aşırabildiklerimizle.

Kedi kesmezdik biz. Köpeklerin ayaklarını baltayla parçalamazdık. Hele yavru köpeklerin kulaklarını kesip fotoğraf çekmek mi; o yaşta bile ne büyük bir canilik olduğunu bilirdik bunun. İşkence demekti bu, cinayet demekti, acımasızlık demekti, vahşet demekti, zalimlik demekti; bilirdik… Birinin bir sokak hayvanına kötü davrandığını duysak, topyekûn dışlardık onu. Kimselerin yüzüne bakamazdı utancından. Evinden bile çıkamazdı. Burada hayvanlara tecavüz etmekten değil, sadece tekme atmaktan bahsediyorum üstelik. Diğerini aklın alması, düşünülmesi, kabullenilmesi zaten mümkün değildi bile. Yapan yoktu demiyorum; ama binde birdi…

Hırsızlık yapmazdık biz. Çünkü evde olmasak bile karnımız doyardı. Bile bile kimsenin canını yakmazdık. Aldığımız notlarla değil; mahalledeki hal ve hareketlerimizle değerlendirilirdik biz. Toplum içerisinde nasıl davranılması gerektiğini o yüzden önemserdik. Sevilirdik biz. Severdik. Sadece ailemizi değil, tırmandığımız ağaçlarıyla, başlarını okşadığımız sokak hayvanlarıyla, sohbet ettiğimiz türlü türlü insanlarıyla, seksek çizdiğimiz kaldırımlarıyla tüm mahalleyi severdik. Sevilirdik. El birliğiyle yetiştirilirdik. Herkesten bir şey öğrenirdik.

İşte o yüzden hırsız değildik, cani değildik, zorba değildik, terbiyesiz değildik, saygısız değildik…

Şimdi bir düşünelim bakalım toplumdaki bu bozulma neden kaynaklandı, artık çocukları toplumsal bir bilinçle el birliğiyle yetiştirmediğimiz için olabilir mi acaba..?

Digiprove sealCopyright secured by Digiprove © 2018 Sibel ATAM

Yorum Yapmak İster Misiniz?

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.