Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Kimdir?

30 Eylül 2020 tarihi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin 813. yaş günü sebebiyle hem İslâm âlemi hem de edebiyat dünyası için önemli bir gündür. Mevlânâ, kaynaklara göre 30 Eylül 1207 (6 Rebiülevvel 604) tarihinde, günümüzde Afganistan sınırları içerisinde olan Belh’te dünyaya gelmiştir. Mevlânâ, Mesnevî’nin başında kendi ismini Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin el-Belhî olarak kaydetmiştir. “Mevlânâ” aslen “efendi, önder, efendimiz” anlamlarına gelir, “dini savunan, dinin ululadığı” anlamlarına gelen “Celâleddin” ise lakabıdır ve hayatının büyük bir kısmını Anadolu’da geçirmesi sebebiyle kendisine “Rûmi” de denilmiştir.

Müridlerinden Ferîdûn Sipehsâlâr’ın Risâle’sinde Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled’in soyunun baba tarafından onuncu göbekten Hazreti-i Ebû Bekir’e dayandığı kaydedilmiştir. Eflâkî, Menâkıbü’l ‘ârifîn’de Bahâeddin Veled’in bir sözünden hareketle anne tarafının on dördüncü göbekten Hazret-i Hüseyin’e dayandığını kaydetmiştir.

Son dönemde Mevlânâ’nın aslen Türk olup olmadığı konusunda birçok tartışma çıkmıştır. Mevlânâ bir rubaisinde, “Beni yabancı sanmayınız, ben bu mahalledenim. Sizin mahallenizde evimi arıyorum. Her ne kadar düşman görünüyorsam da düşman değilim. Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türk’tür,” demiştir (TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 29, s. 441). Bu rubaiye dayanarak onun Türk olduğunu savunanların yanı sıra kendini ruhen Türklere yakın bulduğunu ima ettiğini düşünenler de olmuştur. Onun aslen Türk olmadığını, ancak kendini Türklere yakın bulduğunu öne sürenler, savlarını Mevlânâ’nın Farsça yazmasına dayandırmışlardır.

13. Yüzyılın Edebi Dili

Orta ve Doğu Anadolu’da Ermenice ve Rumcanın yanı sıra yaygın olarak kullanılan üç dil vardır: Türkçe, Farsça, Arapça. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasıyla doğru orantılı olarak bu üç dilin kullanımı da yaygınlaşmıştır. Sanat ve edebiyat alanlarında ise ağırlıklı olarak Farsça kullanılmıştır. Bunun bir sebebi de o dönem en muhteşem Farsça edebî eserlerin ortaya çıkmış ve geniş çapta ilgi görmüş olmasıdır. Bu bilgiler ışığında bir değerlendirmede bulunulacak olursa, Mevlânâ’nın Farsça yazmasının şaşılacak veya sorgulanacak bir şey olmadığı sonucuna varılabilir.

Zamanın Ötesinde Bir Âlim

Mevlânâ düşüncelerini sevgi, hoşgörü ve alçakgönüllülük olgularını ön plana çıkararak yansıtmıştır. Bunlar öyle evrensel ve zamanın eskitemediği olgulardır ki her yüzyıldan, her milletten insana hitap eder. Mevlânâ bu yönüyle zamanının ötesinde biri olduğunu ispat etmiştir. Öyle ki, Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) 700. ölüm yıldönümü olması sebebiyle 1973 yılını “Mevlânâ Yılı” ilan etmiştir. Dönemin Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Mustafa İsen de Mevlânâ’nın doğumunun 800. yıldönümüne rastlaması sebebiyle 2007 yılının “Dünya Mevlânâ Yılı” olması için teklif sunmuş, bu teklif UNESCO tarafından kabul edilmiştir. Mevlânâ’nın düşünceleri, sevgi ve hoşgörü anlayışı Mesnevî adlı eseri vasıtasıyla sınırları aşmış, tüm insanlığın yolunu aydınlatmıştır.

Mesnevî Kim Tarafından Yazıldı?

Mesnevî, Mevlânâ’nın vekili olan ve sonradan hilafet makamına geçirdiği İbn Ahî Türk olarak da tanınan Urmiyeli Hüsameddin Çelebi’nin teşvikiyle ortaya çıkmış bir eserdir. Aynı türde olan diğer eserlerden ayırt edilebilmesi için Mesnevî-i Mevlevi, Mesnevî-i Mânevî, Mesnevî-i Şerîf olarak da anılır. Mevlânâ Mesnevî’yi Hüsameddin Çelebi’ye yazdırmıştır. Ancak Hüsameddin Çelebi kendisine bu fikirle geldiğinde ona, “Bu fikir sizin kalbinize gelmeden önce gayb âleminden bu manzum kitabın telifi kalbime ilham olundu,” diyerek sarığının içinden kendisinin yazdığı ilk on sekiz beyiti çıkarıp Hüsameddin Çelebi’ye uzatmıştır (a.g.e., c. 29, s. 447). Eserin “neyin” ağzından anlatımla başlayan bu ilk on sekiz beyitinden sonraki kısımları ise Mevlânâ’nın konuştuğu, Hüsameddin Çelebi’nin de zaman zaman ona yetişmekte zorlandığı, zaman zaman da aylarca ilhamın gelmesini beklediği uzun bir süre zarfında kaleme alınıp tamamlanmıştır.

Peki, Mesnevî’nin içeriği nedir? Neden insanlığı bu kadar etkilemiştir?

Mesnevî, tasavvufî düşünce konularını işlemektedir. Mevlânâ, altı ciltten oluşan eserin her cildinin başına eserin konu ve içeriğini kısaca yazdırmıştır: “Mesnevî dinin usulünün usulünün usulüdür.” Bu ifadede “usul” kelimesinin üç defa geçmesi dikkat çekicidir. Ancak, “usulden” kasıt nedir? Her birinin anlamı farklı mıdır? Mevlânâ’nın bu sözüyle aslında bir hakikatler zincirini kastettiği ve bu hakikatlerin birbirini gerektirdiğini ifade ettiği yorumunda bulunulmuştur. Buna göre; Mesnevî’nin konusu temelde amel, hal ve hakikattir. Hakikate ulaşmak ameli ve hali gerektirir, amel ve hal de anlamını hakikatle bulur. Mesnevî’de bu hakikatlere ulaşmak keşfi bilgidir (ilm-i ilahi) ve ulaşma yolları da ameller (şer’î ilimler) ve hallere özgü bilgilerdir (sülûk ilmi) (a.g.e., c. 29, s. 327-328).

Fatih Çıtlak, Beyaz Mercan Siyah İnci adlı kitabında (s. 17) Mesnevi’yi şöyle tanımlar: “…Mesnevî-i Mânevî; insanın bu dünyaya gönderilişindeki seyr ü sülûk macerasında, hem insanın kendi gözünden hem de muhatap olduğu vahyin çerçevesinden baktıran, konuşturan bir mürşid kitaptır. Muallim, yani öğreten demiyorum. Mürşidle muallim arasında fark vardır. Muallim, bilgiyi ve ilmi nakleder. Mürşid ise o ilmin tecelli makamındaki ve kalpteki bulunuşuna çıkartır insanı. …Mesnevî-i Mânevî bir malumat kitabı değildir. Biraz insaf ile Mesnevî’nin usulüne ve üslubuna bakan kişi, karşısında canlı bir mürşidin konuştuğunu fark eder ve kendisini bulur.”

Mesnevî-i Manevî okunmadan önce şu dua yapılır:

Tû megû mârâ bedan şeh bâr nîst,

Bâ kerîmân kârdâ düşvâr nîst.

Bu 219. beyitin şerhi ise şöyledir: Bizim için o Hakîkat Sultanı’nın (yani Allah Celle Şânühû’nun) huzuruna çıkmaya izin yoktur deme. Kerîm olanlarla iş görmek zor değildir (M. Fatih Çıtlak, Beyaz Mercan Siyah İnci, s. 16). Burada anlatılmak istenen şudur: Ben bu maneviyata erişemem, ben olamam, bu hikmetlere ulaşmak sadece velilere mahsustur, deme. Söylenen her şey aslında senin maneviyatını keşfetmen içindir, alabileceğin her şeyi almaya bak. Bu noktada Mevlânâ’nın o meşhur sözünü hatırlamak gerekir:

Gel, gel, ne olursan ol yine gel,

İster kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol yine gel,

Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir,

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.

Tüm bunları bir araya getirdiğimizde Mevlânâ’nın evrensel boyutta dil, din, ırk ayrımı olmaksızın tüm insanlığın neden bu kadar ilgisini çektiğini anlamak kolaylaşmaktadır. Hüsameddin Çelebi, Mevlânâ’nın arzusu üzerine hilafeti devralmıştır ve Mevlânâ’nın oğlu olan Sultan Veled’in İbtidânâme adlı eserinde (s. 153) on, müritlerinden Sipehsâlâr’ın Risâle-i Sipehsâlâr adlı eserine göre (s. 190, 197) dokuz yıl sonra Mevlânâ Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur (17 Aralık 1273). Mevlânâ ölüm gününde ağlanmamasını ve bunun Rabbiyle kavuşma günü olarak kabul edilmesini istediği için 17 Aralık tarihi “şeb-i arus,” yani “düğün gecesi” olarak kabul edilmiştir.

“Mevlevîlik” Oluşumu

Mevlânâ’nın vekili olarak görevine yaklaşık on yıl kadar devam eden Hüsameddin Çelebi, onun için bir tarikat kurmamıştır. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, Hüsameddin Çelebi’nin yerine geçtikten sonra Mevlevîliğin yolunu açmış ve bir tarikat haline getirmiştir. Mevlevîlik diğer dini tarikatlardan farklıdır. Mevlevîliğin esası aşk, marifet ve hizmettir (Tanrıkorur, 2004:29/473). Türk edebiyatı ve musikisi üzerinde büyük bir etkisinin olmasının sebebi de kurucusu Mevlânâ’nın, döneminin büyük şairlerinden biri olmasıdır. Mevlevîlik içerisinde birçok tasavvuf ve sanat ehli yetişmiş olduğundan, okumuş insanlardan oluşan müritler kendilerine özgü bir edebiyat türü ortaya çıkarmışlardır.

Mevlevî Edebiyatı

Dönemin divan şairleri ağırlıklı olarak Mevlevîlik tarikatına yönelmiştir. Tarikat müntesibi 320 şair içinde 220’sinin Mevlevî olması da bunu açıkça ortaya koymaktadır (İsen, 1999: 308). 17. yüzyılda Mevlevî olmayan divan şairlerinin eserlerinde Mevlevîlik veya Mevlânâ ile ilgili etkilenmeler gözlemlenmektedir. Yani divan edebiyatı içerisinde bir Mevlevî edebiyatı vardır (Gölpınarlı, 2006a: 412-413). Bu dönemde Mevlevî şairler, Mevlevîliğin yaygın olduğu aydın kesimde ve şehir merkezlerinde aruz vezniyle ve divan şiiri türünde eserler yazmışlardır. 17. Yüzyıl Mevlevî şairlerine örnek vermek gerekirse; Bâkî, Âbî, Dâniş, Derûnî, Gavsî, Derviş Çelebi, Itrî, Bostân-ı Sânî, Pîrî, Sâmî (Yunus), Cevrî, Birrî Mehmed Dede gibi önemli isimler sayılabilir. Mevlevî olmasıyla tanınan Keçecizâde İzzet Molla, Mevlânâ’ya duyduğu hayranlığı ve bağlılığı eserlerine yansıtmıştır:

‘Aşk-ı Mevlânâ ile ser-mest olan almaz ele

‘Âşıka derlerse de iksîr-i a’zamdır şarâb (Gazel, 6/362)

“Âşığa şarap en etkili iksirdir deseler de Mevlânâ aşkıyla mest olan onu almaz eline.”

2000 Sonrası Romanlarda Mevlânâ ve Mevlevîlik

Mevlânâ ve Mevlevîliğin diğer edebiyat türleri üzerinde de etkisi olduğunu görmekteyiz. Örneğin romanlarda –daha çok tarihi romanlarda- bir döneme damgasını vurmuş âlimlerin, şairlerin, filozofların, devlet adamlarının konu edildiğine şahit olmaktayız. Yazarlar açısından bu kişileri birer roman kahramanına dönüştürmek hem büyük bir kolaylık ve ilham kaynağı olmaktadır, hem de beraberinde tarihi gerçeklere sadık kalma sorumluluğunun yükünü getirmektedir. Bu kişiler romanlarda tarihte üstlendikleri rolün dışında, bir kurgunun içerisinde, başka başka isimlerle yer alabilir. Ancak her karakter roman kurgusu için uygun olmayabilir. Söz konusu kişi için anlatıla gelen hikâyelerin olması yazara cazip gelir, çünkü bu hikâyelerin kesin olarak doğruluğu bilinememektedir, dolayısıyla yazara hareket alanı sağlar. Mevlânâ’nın hayatındaki pek çok dramatik olay, yazarlar açısından cazip bir malzemeye dönüşmüştür. UNESCO’nun 2007’yi “Mevlânâ Yılı” ilan etmesi, roman yazarları açısından tetikleyici bir unsur olmuş, hemen ardından harekete geçerek onun hakkında birçok romanı kaleme almışlardır.

Örneğin Yazar Murat Koçak bir sempozyumda Aşkın Kurbanları isimli romanında Mevlânâ’nın küçük oğlu Alaaddin Çelebi’yi merkeze koyarak yazdığını ifade etmiştir. Mevlânâ ve Şems arasındaki ilişkiyi, insanların bu ilişkiye bakışını hiçbir şekilde önemsemeden, sadece tarihte Şems-i Tebrîzî’nin ölümünden sorumlu tutulan Alaaddin Çelebi’nin dünyasına göre kurguladığını anlatmıştır.

Ahmet Ümit Bab-ı Esrar adlı romanında bir cinayet kurgusu oluşturmuş olsa da yanı sıra tasavvufla ilgili bazı sorulara cevap aramıştır. Roman ilk olarak 2008 yılında yayınlanmıştır. İnancı ve sevdası arasında kalan bir dervişi konu almıştır. Kurgu daha çok Şems-i Tebrîzî etrafında örülmüştür. Bab-ı Esrar, Mevlânâ’yı işleyen romanlar arasında Şems’i roman karakterine dönüştürmede en büyük başarıya sahip olmuş kitaptır. Bir yolculuk romanıdır. Fethi Demir eseri, “Postmodern tekniklerin polisiye bir hikâyeye dengeli ve uyumlu bir biçimde uygulandığı bir roman,” (2012: 249) olarak yorumlamıştır.

Elif Şafak’ın Aşk adlı romanı 2009 yılında yayınlanmış ve büyük ses getirmiştir. İlk olarak İngilizce Forty Rules of Love (Aşkın Kırk Kuralı) adıyla yayınlanmış, daha sonra Kadir Yiğit Us tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Roman, iç içe geçen iki farklı aşk hikâyesinden oluşmuştur. Biri 13. yüzyılda Konya’da, diğeri 21. yüzyılda Amerika’da geçer. Romanda doğu-batı kültür farklılığına ve aradaki sekiz yüzyıla rağmen özünü koruyan aşk teması işlenir. Biri Yahudi-Müslüman aşkı, diğeri de Mevlânâ ve Şems-i Tebrîzî arasındaki manevi bağdır. Elif Şafak her bölümde metne “B” harfiyle başlamış ve bunun sebebinin Mesnevî’nin de “bişnev” sözcüğüyle başlaması olduğunu söylemiştir. Elif Şafak, Mevlânâ’nın karakterini işlemiş, “Rumi” adının her bir harfine bir tasvir yapmıştır:

“Kudretli, vefalı, dimdik, kendinden emin R harfi; kadife gibi yumuşak, uysal ve merhametli U; yaratıcı, girişken ve gözü pek M ve henüz bir muamma olan, çözülmeyi bekleyen bir sual gibi esrarengiz İ harfi” (E. Şafak, Aşk, 2010: 105). Romanda Şems-i Tebrîzî ön plandadır ve Mevlevîlik unsurları göze çarpmaktadır.

Sinan Yağmur’un yazdığı ve 2011 yılında yayınlanan Aşkın Gözyaşları serisinin ikinci kitabı Hz. Mevlânâ, okurlardan büyük ilgi görmesi sebebiyle 2016 yılına kadar basılmaya devam edilmiştir. Biyografik bir roman olan Hz. Mevlânâ’nın konusu, Belh’de doğan Mevlânâ’nın Konya’da sona eren ilahi aşkı bulma yolculuğudur. Yazar, verdiği bir röportajında kitabında neden Mevlânâ’yı işlediğinin sorulması üzerine, onun toplum olarak yeterince özümsenmediği için Mevlânâ sevgisinin de sadece dilde olduğunu ifade etmiştir. Hakkında çok şey konuştuğumuz ama yabancı milletler kadar iyi tanımadığımız Mevlânâ’yı içselleştiremediğimizden dem vurmuş ve biyografik romanı, toplumun Mevlânâ’yı daha iyi tanıyabilmesi için yazdığını ifade etmiştir.

Elif Şafak’ta dinler arası, Ahmet Ümit’te dinler üstü bir konumda anlatılan Mevlânâ, Sinan Yağmur’da mezhepler üstü bir kimlikle anlatılır (Muhammet Ali Özdoğan, 2017: 82).

Melahat Kıyak Ürkmez’in Gönül Bahçesinde Mevlânâ adlı eseri, Japoncaya çevrilen ilk Türk romanı olma özelliğini taşır. Şeb-i Arus törenlerinin düzenlendiği sırada Konya Mevlânâ Türbesi’ni gezen, sema gösterisini izleyen ve ney sesinden etkilenen bir Japon turistin yaşadıklarını anlatır. Yazar bu romanında Mevlânâ’yı tanıtmak, hayat hikâyesini aktarmak istemiştir. Yazar kitabında Mevlânâ’nın kişilik özelliklerinin üzerinde durmuş, onu bir yabancının gözünden tahlil ederek bir anlamda tüm dünyada sevilmesinin sebeplerini vurgulamıştır.

Okay Tiryakioğlu – Mevlânâ & Aşk Beni Sende Öldürür, Hasan Saraç – Kor Aşkın Merkezi Mevlânâ’ya Yolculuk, İhsan Oktay – Suskunlar, Cihan Okuyucu – İçimizdeki Mevlânâ, Sercan Olcay Anılan – Hamdım, Piştim, Yandım/Mevlânâ, Devrim Altay – Şems-i Tebrîzî ve Mevlânâ, Sadık Yalsızuçar – Diyamandi, A. Yılmaz Soyyer – Mevlevî, Nezihe araz – Aşk Peygamberi Mevlânâ’nın Hayatı, Nefrin Tokyay – Tebriz’in Kış Güneşi, Saide Kuds – Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin Hareminden Kimya Hatun, Kemal Sezer – Aşk Olsun Barış Olsun Bugünü Mevlânâ ile Anlamak son dönemde yayınlanmış olan diğer eserler arasında sayılabilir.

Romanlarda neden Mevlânâ ve Mevlevîlik bu kadar çok işlenmiştir?

Mevlânâ’nın tasavvufi düşünceleri ve öğretileri bugün bile insanlığın sorunlarını tespit edebilecek, çözüm yolu sunabilecek kadar evrensel olduğu için.

Mesnevî’nin yazıldığı dönemdeki toplumla olan bağı günümüz toplumuyla da kurulabildiği ve maneviyata, yani insanoğlunun iç dünyasına hitap ettiği için.

Mevlânâ’nın sözleri günümüzde bile karşılık bularak okurlar tarafından rağbet görmekte, bu da roman yazarlarını harekete geçirmektedir. Mustafa Tekin, Mevlânâ’yı ve Mevlevîliği konu alan kitapları temelde üç kategoriye ayırmıştır. Bunlarda ilki, sert dini anlayışı yumuşatıp akılla gönlü birleştiren bir Mevlânâ tasviridir. İkincisi, Mevlânâ’ya dünyevi veya politik bir bakış açısıyla menfi yaklaşan eserlerdir. Üçüncüsü, Mevlânâ’nın yüceltildiği, popülist bir yaklaşımla efsanevi bir kahraman gibi ele alındığı eserlerdir (Tekin, 2012: 21-23). Mevlânâ’nın İslâm ve Kur’an-ı Kerim’den bağımsız bir şekilde, adeta bir hümanist gibi ele alındığı kitaplar da bulunmaktadır. Mevlânâ’nın öğretileri dini çerçeveden çıkarılarak onu dinler üstü, mezhepler üstü biri olarak nitelendiren; dinle bağı görmezden gelinen eserler yazılmıştır. Ancak buna cevabı yine Mevlânâ’nın bizzat kendisi, bir rubaisiyle vermiştir:

“Yaşadığım müddetçe Kur’an’ın kuluyum ben… Hz. Muhammed’in (SAV) yolunun tozuyum ben. Birisi, benim sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse, o kimseden de o sözden de bizarım ben.”

Mevlânâ, bir Müslüman olarak tüm dünyayı kucaklayabildiğini ifade etmek için; “Pergel gibiyim; bir ayağımla şeriatın üstünde sağlam durduğum halde diğer ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum,” demiştir.

Mevlânâ için dinin direği “Allah aşkıdır.” Onun ulaşabildiği hakikat mertebesine gelebilmek, dolayısıyla onu tam mânâsıyla anlamak kolay olmamakla birlikte, özellikle Mesnevî’nin üzerine eğilmek, onun öğretilerini kavramak konusunda ciddi bir yol kat etmek anlamına gelmektedir. Dünya döndükçe, ezberleri bozan dini yaklaşımıyla Mevlânâ, kitleleri ve sanatın her dalını etkilemeye ve ilham kaynağı olmaya devam edecektir.

Digiprove sealCopyright secured by Digiprove © 2020 Sibel ATAM

Yorum Yapmak İster Misiniz?

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.