Mühendis Beyinler Kulübü’nün daveti üzerine Kocaeli Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde yaptığım konuşmayı sizlerle de paylaşmak isterim.

Kadınlarla erkekler yaradılışları gereği farklı fiziksel, zihinsel ve ruhsal yapılara sahiplerdir. Bu sayede, varoluş mücadelesinde birbirlerinin eksik yönlerini tamamlarlar; bir olup her türlü zorluğun üstesinden gelerek soylarının devamlılığını sağlarlar. İnsanoğlunun erkeğin avlanmaya gittiği ve kadının da mağarada kalıp çocuklarla ilgilendiği, hayvan derilerinden kıyafetler diktiği ilk çağlarından günümüze kadın-erkek rolleri çağın ihtiyaçları ve mecburiyetleri çerçevesinde değişkenlik gösterse de temelde aynı kalmıştır.

Günümüzde kısmen ekonomik sebepler, kısmen de kişisel idealler nedeniyle artık kadınlar erkeklerin dünyasında yer almaktadır. Erkekler de ev işlerinde yardımcı olarak kadınların dünyasına adım atmışlardır. Yaşam artık her anlamıyla ortaklaşa olduğunda belli bir düzen ve karşılıklı anlayış içerisinde yürüyebilmektedir. Tabii, bu ideal olanıdır. Ancak hayat bize her zaman istediğimizi vermez ve kadınla erkek arasındaki temel farklılıklar birer eleştiri, aşağılama unsuru haline geldiğinde o birlik bozulur, toplumsal çarpıklıklar ve yozlaşmalar meydana gelir. Kadınların insandan sayılmadığının, şiddete maruz kaldığının ve ne eğitim hakkı ne de sosyal haklar tanınmadığının örneklerini sadece ülkemizde ya da kendi tarihimizde değil; aslına bakılırsa çok daha derin ve sarsıcı boyutlara ulaşmış olanlarını dünya tarihinde görmek mümkündür.

Örneğin;

Maneviyatı çok güçlü küçük bir köylü kızı olan ve gördüğü imgelerle duyduğu sesler nedeniyle Tanrı’nın ona ülkesini kurtarma görevi verdiğini düşünerek 16 yaşındayken asker gibi giyinip ordunun başına geçen, İngiltere karşısında zayıf düşen ülkesi Fransa için büyük hizmetlerde bulunan, ancak 1431 yılında 19 yaşındayken İngilizler tarafından yakalanıp engizisyon mahkemesinde yargılandıktan sonra cadı ilan edilip, diri diri yakılan ve yaklaşık 500 yıl sonra da ölüm kararını veren kilise tarafından azize ilan edilen; Jeanne D’arc.

Harward ve Oxford Üniversitelerinde Uluslararası Hukuk ve Diplomasi eğitimi alan, Pakistan’da iki kere başbakanlık yaptığı sırada ulusal reformlar gerçekleştirerek eski feodal yapıya karşı mücadele eden, halen ispatlanamamış yolsuzluk suçlamalarıyla düşürüldükten sonra yurtdışında 8 yıl sürgünde kalan, ardından El-Kaide’nin tehditlerine rağmen 2008’de yapılacak olan başbakanlık seçimlerine katılmak için tekrar ülkesine dönen ancak seçim kampanyaları esnasında uğradığı iki bombalı saldırının ikincisini atlatamayarak 2007 yılında hayata veda eden ve tarihte Müslüman bir ülkede başa geçen ilk kadın başbakan olma unvanını kazanmış olan Benazir Butto.

1930’lu yılların Amerika’sında siyahîlere uygulanan ayrımcılığa başkaldırarak Montgomery’de bindiği otobüsün arka koltuğunda oturması ve bir beyaza yer vermesi gerektiği halde bunu reddeden, tutuklanmış ve hapse girmiş olsa da başlattığı eylem bütün ülkeye yayılıp ırkçılığa karşı büyük bir siyahî direniş hareketini başlatan, en nihayet ABD Federal Mahkemesi’nin bu uygulamayı yasaklamasını sağlayan insan hakları savunucusu Rosa Parks.

Kadınların ve çocukların mülkiyet haklarının bulunmadığı 1910’lu yıllarda bu adaletsizliğe karşı başkaldırarak Kanada’nın ilk kadın yargıcı olup kadınların 1916’da kocalarının mal varlıklarının üçte birine sahip olmaya hak kazanmalarını sağlayan, 1867 tarihli yasanın kadınları “insan” saymayan hükmünü ortadan kaldırmak için kolları sıvayan, kadının bir “insan” olduğunu ispatlamak için Kanada Yüksek Mahkemesi’ne, “Birleşik Krallık Amerika Yasası’nda yer alan ‘insan’ tanımına kadınlar da dahil midir?” diye bir soru yönelten, 1928’de Yüksek Mahkeme yasada geçen “insan” kavramına kadınların dahil olmadığına karar verdiğinde pes etmeyerek bu kararı arkadaşlarıyla birlikte Adli Komite’ye taşıyan, 1929’da Adli Komite’nin nihayet kadınların yasada geçen “insan” tanımına dahil olduğuna ve Senato’ya aday olabileceklerine karar vermesini sağlayan Emily Murphy.

Polonya asıllı kimyager ve fizikçi olan, Radyumu, Polonyumu, Radyoaktiviteyi keşfeden, yaptığı çalışmalarla fizik ve kimya alanlarında iki Nobel Ödülü’ne layık görülen ilk kadın, Avrupa’da doktora yapmış ilk kadın, Paris Üniversitesi’nde ders veren ve aynı üniversitede profesör olan ilk kadın unvanlarına sahip olan, çalışmalarını en büyük destekçisi eşiyle birlikte sürdürüp fizik dalındaki Nobel Ödülü’nü onunla birlikte paylaşmış olan, çok fazla radyasyona maruz kalmasına bağlandığı kan kanseri hastalığı sonucu 66 yaşında ölen Marie Curie.

Eserlerinde kadın hakları, sınıfsal farklılık, aşk, evlilik, özgürlük kavramlarını işlemiş olan, 1800’lü yıllarda doğduğu için o dönemde kadınların hakları olmaması yüzünden okula gönderilmeyen ama buna rağmen kendini geliştirip feminizmin öncülerinden ve dünyanın en önemli yazarlarından biri olan Virginia Woolf. Woolf eserlerini yayıncı olan eşinin desteğiyle bastırmıştır. “Kendine Ait Bir Oda” isimli kitabında neden bir kadın Shakespeare olmadığı sorusunun cevaplarını ararken biz okurlarla da dönemin Avrupa’sında kadının yeriyle ilgili içler acısı gerçekleri paylaşmıştır.

Elbette tarihin ilk kadın edebiyatçısı Sappho’yu, Hıristiyanlığın yayılmasında önemli rol oynayan Magdalalı Meryem’i, Rusya’yı 18. Yüzyılın en büyük gücü haline getiren Büyük Katerina’yı, kadınların roman yazmalarının büyük cesaret istediği bir dönemde başyapıtlara imza atan yazar Jane Austen’ı, modern hemşireliğin kurucusu olan ve savaş zamanı büyük bir özveriyle yaralı askerleri tedavi eden Florence Nightingale’i, Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesini Birleşmiş Milletlere kabul ettiren Eleanor Roosevelt’i, hayatını güçsüz ve bakıma muhtaçlara adayan büyük hayırsever Rahibe Teresa’yı, ülkesini dağılmaktan kurtaran ama bir suikasta kurban giden Hindistan’ın ilk kadın başkanı İndira Gandhi’yi, yoksulların ve kadınların haklarını savunarak seçme hakkının verilmesi için mücadele eden Arjantinli Eva Peron’u, 13 yaşındayken yazdığı günlüklerle Nazi zulmünü tüm dünyaya duyuran, içinde bulunduğu zor şartlara rağmen yazma tutkusundan hiç vazgeçmeyen Anne Frank’ı da anmadan geçmek istemem.

Tarih boyunca ciddi şekilde aşağılanmaya ve maddi-manevi baskılara maruz kalmış olan kadına sadece en yakın çevresinden bile olsa fırsat eşitliği sunulduğunda gerek siyasette, gerek iş dünyasında gerekse sporda pekâlâ erkekler kadar varlık gösterebildiklerini ve başarılara ulaşabildiklerini görüyoruz.

Kurtuluş savaşında kadınların mücadelesine tanık olan Atatürk, Cumhuriyetin ilanından sonra kadının ekonomik, sosyal ve siyasal alanlardaki konumunu iyileştirecek birçok ilke imza atmıştır.

  • Tek kadınla evlenme yasası gelmiş ve evliliğe yaş sınırı konulmuştur.
  • Kadının zorla evlendirilmesi yasaklanmış, evlenme isteğini bizzat yetkili memura söylemesi şartı getirilmiştir.
  • Velayet (vasilik) hakkı tanınmıştır.
  • Kadın ve erkek aynı oranda miras hakkına sahip olmuştur.
  • Erkeğin kadını istediği zaman boşama hakkı kaldırılmış ve erkekle kadının boşanma sebeplerini sunarak eşit haklarla dava açabilmeleri için bir madde eklenmiştir.
  • Kadın artık tek başına mahkemede tanıklık edebilmeye başlamıştır.
  • Eğitim hakkının yanı sıra seçme ve seçilme hakkı da verilmiştir.

Cumhuriyet Dönemi Başarılı Türk Kadınlarından bazılarını burada anmak isterim.

  • İlk kadın sinema oyuncusu: Bedia Muvahhit
  • İlk kadın avukat: Süreyya Ağaoğlu
  • İlk kadın beyin cerrahları: Aysima Altınok ve Yıldız Yalçınlar
  • İlk ehliyetli kadın ve otomobil yarışları şampiyonu: Samiye Morkaya
  • İlk kadın emniyet müdürü: Feriha Sanerk
  • İlk kadın savaş fotoğrafçısı: Semiha Es
  • İlk kadın makinist: Seher Aytaç
  • İlk kadın romancı ve felsefeci: Fatma Aliye
  • İlk kadın mimar: Mualla Eyüboğlu
  • İlk kadın pilot: Sabiha Gökçen
  • İlk kadın mühendis ve voleybolcu: Sabiha Gürayman
  • İlk kadın tiyatro oyuncusu: Afife Jale
  • Manş Denizi’ni yüzerek geçen ilk Türk kızı: Nesrin Olgun Arslan
  • Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni kurup başta kızlar olmak üzere okul çağındaki çocukların eğitim haklarını kullanmalarına destek olan Dr. Türkân Saylan’ı da saygıyla anıyorum.

Başarılı kadınların hayatlarına kısa bir bakış attığımızda bazı ortak noktaları olduğunu görürüz:

  • Başarıyı kendileri tanımlarlar ve oyunu kendi kurallarına göre oynarlar, gurur duyacakları bir yaşam için mücadele ederler.
  • Kendilerini eğitirler. Eğitimin sadece okulla sınırlı olmadığını; yaşam boyu öğrenmenin ve kendini geliştirmenin şart olduğunu bilirler. Bir yolunu bulup; B(İLGİ)’ye ulaşırlar.
  • Ne istediklerini bilirler, belli hedefler koyarlar ve bu hedeflere ulaşmak için çaba gösterirler.
  • Arkalarında onlara destek olacak bir eş, bir aile veya arkadaşlar vardır.
  • Belli bir rutinde yaşarlar: yani sabah kalkacakları, çalışmaya başlayacakları, kendilerine zaman ayıracakları saatler planlanmıştır.
  • Kendileriyle rekabet ederler, kendilerine meydan okurlar. Çünkü bunun onları bir üst seviyeye taşıyacak tek şey olduğunu bilirler.
  • Kendilerini asla başkalarıyla kıyaslamazlar, başkalarının düşüncelerinin onları etkilemesine veya hedeflerinden döndürmesine izin vermezler.
  • Yaratıcılık yönleri güçlüdür; yeni fikirlerden, yeni şeyler denemekten korkmazlar.
  • Başkalarına yardım eli uzatırlar, bilgi birikimleri ve tecrübeleri söz konusu olduğunda bencillik etmezler, birilerinin onları geçeceği endişesini taşımazlar.
  • Lider ruhludurlar.
  • Vakitlerini boş şeylerle harcamazlar, hedeflerini içselleştirerek o doğrultuda bir yaşam sürdürürler.
  • Herhangi bir alanda ilk kadın olmak onları korkutmaz, yıldırmaz; bilakis güç ve çalışma şevki verir.
  • Yaptıkları işe yüreklerini koyarlar. Bireysel başarıdan çok, gelecek nesillerin önünü açmak için topluma katkıda bulunmaya odaklanmışlardır.
  • Savaşçı bir ruhları vardır. Zorluklar karşısında yılmayan, eleştirilere maruz kaldıklarında hemen pes etmeyen, tekrar tekrar deneyen, yaptıklarının arkasında sapasağlam duran, kararlı, adaletsizliğe boyun eğmeyen ama bir o kadar da merhametli, toplum bilinci yüksek bir kişilik yapısına sahiplerdir.

Size biraz da benim hikâyemden bahsetmek istiyorum:

Hayalini kurduğum eğitim imkânlarına sahip oldum. Özel okulda okudum, ardından yurtdışındaki bir üniversiteden mezun oldum. Erken yaşta, hata olduğunu kabul ettiğim ancak bir şekilde şimdiki ben olmamda katkı sağlayan bir evlilik yapıp çocuk sahibi oldum. Bir holdingin bünyesinde, hayalini kurduğum gibi bir işim oldu. Erkeklerin egemen olduğu bir sektörde bulunduğum konumu korumak için bazen bir Jeanne D’arc, bazen bir Rosa Parks, bazen de bir Emily Murphy olmak zorundaydım.

Bir süre sonra, kadınların asıl düşmanının yine kadınlar olduğunu anladım. Bizi ezen erkeklerse; onları yetiştirenler kimlerdi? Hakkımızda dedikodu çıkaran, baskılarını kulağımıza fısıldayan, bacağımızı çimdirenler kimlerdi? İş hayatında ayağımızı kaydırmaya çalışan, arkamızdan konuşan, entrikalar çevirenler kimlerdi? İnanın, bunlarla mücadele etmek erkeklerin arasında var olma mücadelesi vermekten daha zordu. O zaman anladım ki kadın kadına destek olmadıkça, anne-babalar kızlarıyla oğullarına eşit muamele edip eşit haklar sunmadıkça bu düzenin, kadının toplumdaki yerinin değişmesi çok zor olacaktı. Temel eğitim evde, aile içinde başlıyorsa, o halde bilinçlenmenin de öncelikle anne ve baba adaylarında başlaması gerekiyordu. Oğlumu büyütürken bu gerçeği aklımdan çıkarmadım ve karşısındakini cinsiyetiyle değil önce insanlığıyla değerlendirmesini öğrettim.

Bireysel çabalar elbette ki kitleleri bir noktaya getirir, ancak toplumsal bilinçlenmenin tam anlamıyla sağlanması o kadar kolay bir iş değildir. Çalışan kadın hâlâ birtakım baskılara ve adaletsizliklere göğüs germek zorundadır. İş hayatında başarılı olmanın belli başlı kuralları vardır: Kariyerinizde daha üst pozisyonlara getirildikçe sorumluluklarınız artar ve ağırlaşır, hata yapma riskinizi en aza indirmek ve planlı, programlı olmak zorundasınızdır. Yöneticiyseniz; idare, organizasyon, sağduyulu ve hızlı karar verme becerilerine sahip olmalı, yeni fikirler ortaya atacak kadar çağı yakalamalı, yaratıcı olmalısınız. Tüm bunların altından kalkmak zaten yeteri kadar zorken bir de evdeki sorumlulukları yerine getirmek, iyi bir eş ve anne olmaya çalışmak, ailevi sorunlarla boğuşmak, işyerindeki mobbing’le uğraşmak kadın için baskı oluşturan ve gücünü tüketen etkenlerdir. Kadın, hayatta erkekten daha fazla zorluğa ve engele maruz kaldığından, hepsinin üstesinden gelmek için çok çaba sarf eder. Nietzsche Putların Alacakaranlığı isimli kitabında, “Beni öldürmeyen şey güçlendirir,” demiştir ve kadınlar için de aynı şey söz konusu olmuştur. Mücadele ettikçe güçlendiler. Sorguladılar. Hem de onlara sorgulamadan boyun eğmeleri, sadece itaat etmeleri dayatıldığı halde.

Zamanla ben de çarkına mecburen kapıldığım kapitalist sistemi ve kendimi sorgulamaya başladım. Neden çalışıyordum, para kazanmak için mi? Öncelikli amacım neydi, evimin ve oğlumun masraflarını karşılayabilmek veya bir ev/araba almak mı? Cevap evet ise; o halde neden tatmin olmuyordum? Asıl yapmak istediğim, gönlümde yatan aslan neydi?

Aynı yıl içinde hem işimden hem de beni aşağı çeken, destek olmak bir yana resmen köstek olan eşimden ayrıldım. Bir karar vermeliydim. Eski şaşaalı kariyerime dönüş mü yapmalıydım, yoksa yüreğimin götürdüğü yere gidip her şeye sıfırdan mı başlamalıydım? Geri dönme fikri üzerime bir kâbus gibi çöküyordu. Birilerinden emir almak, işinden olma tehdidine karşı koymak için sürekli savunma halinde, diken üstünde yaşamak artık bana göre değildi, bunları aşmıştım. Çalışma, topluma faydalı olma isteğiyle yanıp tutuşuyordum ama bunun başka bir yolu da mutlaka olmalıydı.

40 yaşımda ikinci evliliğimi yaptıktan sonra ideallerimin peşinden giderek iş hayatıma sıfırdan başlama kararı aldım. Evet, yanlış duymadınız; her şeyi bir kalemde silip hayatımda yeni bir insanla yeni bir yaşama yelken açtım. Başkalarına bir macera olarak görünen şey, bana sadece yeni bir fırsat, yeni bir sıçrama tahtası olarak görünüyordu. Hakikaten cesaret istiyordu. Ama şöyle düşündüm: Zaten hep yaptığım ve yapmaktan en keyif aldığım işi yapacağım. Orijinal dilinde kitap okuyacağım ve Türkçe olarak tekrar yazacağım. Hep masa başı işlerde çalıştığı için klavye kullanmakta rahat olan, iyi seviyede yabancı dil bilen ve zaten profesyonel iş hayatı boyunca birçok çeviri yapmış olan bir edebiyat âşığı için edebi çevirmenlik biçilmiş kaftandı. Üstelik sadece kendime hesap verecek, sadece kendim için, gerekirse iki katı çalışacaktım. Sonuçta ne elde edersem edeyim, bir tek bana ait olacaktı. Başta ciddi çekinceler yaşasam da hem eşimin desteğiyle, hem de yayınevinden ilk deneme çevirime güzel bir tepki gelince tüm endişelerimi üzerimden attım ve başarısızlık ihtimalini aklımdan bile geçirmeden kolları sıvadım.

Daha önce 20 yılda yapamadığımı, son 5 yılda yaptım. Aslına bakılırsa, 20 yıl + 5 yıl demek daha doğru olur. Yılların getirdiği bilgi birikimi, beceri ve tecrübe olmasaydı, işim hiç de kolay olmazdı, inanın bana. Eski hayatımda, bulunduğum konumdan dolayı çalıştığım sektördeki herkes beni tanırken; artık tüm Türkiye tanımaya başlamıştı, hatta dünya çapında tanınmanın kapıları bile aralanmıştı.

5 yıl önce bana hayal gibi gelen başarıyı, biraz önce saydığım “başarılı kadınların ortak özelliklerinin” birçoğunu bünyemde barındırmam ve artık arkamda büyük bir destek olması sayesinde yakalamaya başladığımı düşünüyorum. Benimle aynı yolda ilerlemek isteyen gençlere yardım elimi uzatıp, onları karşılaşacakları zorluklardan haberdar ediyor, akıllarındaki soru işaretlerine cevap bulmalarında yardımcı oluyorum. Desteğimi hiçbir zaman eksik etmedim ve etmeyeceğim. Düşünceme göre, önemli olan toplumsal ilerlemeye ve gelişmeye katkı sağlamaksa; şahsi menfaatler söz konusu olmamalıdır. Bir diğer deyişle; şahsi menfaatleriniz toplum menfaatleriyle örtüşmelidir. Her şey toplum içinse; bilgide bencillik yapılmamalıdır.

Böyle bir günde, Kadına Şiddet konusuna değinmeden edemeyeceğim.

Daha önce başıma gelen ve gazetede yayınlanan makalelerimden birinde değindiğim bir olayı aktarmak isterim size:

Bir gün Edremit Devlet Hastanesi’ne gitmiş ve sıra numaramı almış bekliyordum. Kulak Burun Boğaz doktorunun kapısının önünde bir yığılma, bir kalabalık ki sormayın. Doktorun odasına girmeme birkaç kişi kala kapının önüne meylettiğimde içeriden tekerlekli sandalyeyle bir kadının çıktığını gördüm. Ne zaman gelmiş ve ne zaman içeriye girmişti, o kalabalıkta hiç fark etmemiştim. Herhalde 35-38 yaşlarındaydı, belki de daha genç. Aslına bakılırsa güçlü bir fiziki yapısı vardı. Yüzü tamamen şişmiş, gözleri kapanmıştı. Gözlerinin etrafı, yanakları ve çenesi mosmordu. Bu öyle kazayla olabilecek türden bir şey değildi, belli ki ondan çok daha güçlü kuvvetli olan bir adam sağlı sollu vurmuştu. “Vah, vah,” diyordu görenler. Başına ne geldiğini sorgulamanın gayet anlamsız olduğu o durumda gayri ihtiyari yaklaşıp samimiyetle, “Geçmiş olsun,” diyebildim. Çok üzülmüştüm. Ne bunu yapan için “Elleri kırılsın,” diyebildim ne de lanetler yağdırabildim. Aklımda tek bir şey vardı: Adını bilmediğim bu kadının yüzünün dağıldığı ortadaydı ama yüreğinin aldığı darbenin şiddeti ve yıkımı ne boyuttaydı, acaba? O an kendimi onun yerine koyup acısını hissetmeye çalıştım ama yapamadım. Böyle bir durumda olduğumu düşünemedim bile. O kadar ağır olmasa da, benzer bir olayı ben de yaşamıştım. İşte o anlar geldi aklıma. O yaşadığım çaresizlik, isyan, öfke, kalp kırıklığı tekrar alevlendi yüreğimde. Tüm ruhum buna beynimin her bir hücresiyle birlikte isyan etti. O gün, o kadından ve dolayısıyla geçmişte kalan kötü hatıramdan başka bir şey düşünemedim.

Bir hafta sonra hastaneye kontrole gittiğimde o kadının da sırada beklediğini gördüm. Yüzünün şişi biraz olsun inmeye ve morluklar dağılmaya başlamıştı. Önünden geçerken zorla da olsa gülümseyerek, belki de onun yüzünü güldürme ümidi taşıyarak tekrar “Geçmiş olsun,” dedim. Fakat ifadesiz bir yüzle sadece başını sallamakla yetindi. Nezaketen bile olsa gülümseyemedi. Belli ki ruhu hâlâ ağlıyordu. Yüzündeki darbelerin izleri elbet birkaç gün sonra geçecekti ama yüreğindeki yaraları bir daha hiçbir şey iyileştiremeyecekti, o adamı her gördüğünde yaranın kabuğu kalkacak ve bir daha kanayacaktı, sonra bir daha ve bir kere daha…

Yıllar sonra sadece basit bir üşütme için bir hastaneye gittiği sırada fiziksel şiddete maruz kalmış bir kadın gördüğünde o yara kabuğu bir daha kalkacak ve yüreği bir daha kanayacaktı. İyileştiğini sandığı yaranın asla kapanmayacağını anlamanın verdiği şaşkınlık ve hayal kırıklığı ile hiç tanımadığı o kadının yanında olmak, ona destek çıkmak için ümitsizce çabalayacaktı. Böyle bir şiddeti hayatında sadece bir kere yaşamış bile olsa, nasıl bir duygu olduğunu bildiği için hiç tanımadığı o kadına yakınlık duyacaktı. Onunla konuşmak, acısını hafifletmek isteyecekti. Tıpkı benim gibi…

Burada erkeklere yüklenmiş gibi olmak istemem. Eminim ki televizyonlarda gördüğümüz, gazetelerde okuduğumuz o tecavüz, kadına şiddet haberlerine hepiniz tepki gösteriyorsunuzdur. Her canlının olduğu gibi insanoğlunun da iyisi ve kötüsü var. Ancak bana sorarsanız insanoğlu bilinçli bir varlık olduğu için kötüsü de yeryüzünde yaşayan tüm canlılar arasında en acımasız olanıdır. Kadına ve çocuğa şiddet uygulayanların hasta ruhlu ve sadist kişilikler oldukları konusunda eminim ki siz de bana katılırsınız. Ayrıca kadın-erkek fark etmeksizin: hakaret etmek, sövmek, aşağılamak, ezmek; kendine güvensizlik ve karaktersizliktir. Aciz insanın yapacağı şeydir. Bir kadına veya bir çocuğa şiddet uyguladığınızda onu belki o an için sindirebilir, kontrolünüz altına alabilirsiniz. Ancak bir kadının veya bir çocuğun yüreğinde kopardığınız fırtınalar, öfke patlamaları ve küskünlük uzun vadede beslendiği duygular haline gelir ve ister küçük olsun ister büyük, bir şekilde intikam kaçınılmaz olur. Çünkü erkek kas gücünü kullanırken kadın da zihinsel gücünü kullanır. Ve inanın bir kadının beyin kıvrımları arasında ne gibi entrikaların gezineceğini asla bilemezsiniz, bu konuda oldukça yaratıcıdırlar, Oscar’lık filmlerin senaristlerine bile taş çıkarabilirler.

Ekonomik özgürlüğü olmadığı için erkeğin eline bakan, barınacak ya da gidecek bir yeri olmadığı, çocuklarının can güvenliğinden endişe ettiği için uğradığı bütün şiddeti sineye çeken, bununla yaşamayı kabullenerek “Kaderim buymuş,” diyen kadınların sayısı içinde bulunduğumuz 2019 yılında bile hayli fazladır. Dolayısıyla, kadınların hayatın getireceklerine karşı hazırlıklı olmaları şarttır.

Peki, kadınlarımız kendilerini bekleyen hayata nasıl hazırlanabilir? İlk başta eğitim alarak. Aldığı eğitimle kendisini bağımsızlaştıracak bir işe girerek. Sadece erkeğe değil; kimseye bağımlı olmayarak ve toplumda bir yer edinmeye çalışarak. Cesur olarak, kendine güvenerek, kendini ezdirmeyerek, kişisel haklarını savunarak. Maalesef eğitimli bir kadın olmak da bazen şiddete maruz kalmanın önüne geçemiyor. Şiddet toplumun her seviyesinde farklı kılıklara bürünmüş bir şekilde karşımıza çıkabiliyor. Bu yüzden sağlam bir kişiliğe sahip olmak adına ciddi adımlar atmak, özgüven kazanmak bir kadın için hayati rol oynuyor. Darbe yesek de bu sayede ayakta kalıyoruz, bu sayede yılmadan, dimdik yürümeye devam edebiliyoruz.

Kadına şiddetin önüne geçmenin kolay ve hemen etki yaratan bir yöntemi maalesef yok. Bu bilinç ya insanoğlunun evriminin bir parçası olarak zaman içinde yavaş yavaş, ya da geçmişte olduğu gibi toplumsal bir soruna yönelik etkili bir eylemle bir anda gelişecektir. Fakat en sağlıklısı birer anne ve baba adayı olan gençlerin bu konuda bilinçlenmelerini ve gerekli hassasiyeti göstermelerini sağlamaktır. Aranızda bu bilince ulaşmış çok kişi olduğuna eminim. Ama hâlâ yeterli değil ve sayınız ne kadar artarsa, bu dünya kadınlar için o kadar yaşanmaya değer olacak ve gelecek nesiller daha sağlıklı ailelerde, daha sağlıklı toplumlarda yetişecektir.

Geleceğin anne ve babalarına söylemek istediğim bir şey var:

Her ne kadar ortaçağın acımasız önyargılarının ve baskılarının günümüzde önemli ölçüde ortadan kalktığını görüyorsak da kadın hâlâ geçmiş yargıların ve anlayışların kalıntılarının ağırlığı altında ezilmeye devam etmekte, fiziksel ve ruhsal şiddete maruz kalmaktadır. Bu durum, çağımızın en büyük sorunlarından biridir ve düzeltmek de sizin elinizdedir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün öğretmenler ve eğitimciler için söylediği bir sözü dile getirmek istiyorum: Gelecek nesiller sizlerin eseri olacaktır. Ancak sadece öğretmenlerin değil; gelecekte birer anne ve baba olacak siz gençlerin de. Sizler çocuklarınızı eşit şartlarda yetiştirdiğiniz ve cinsiyet ayrımı yapmadığınız takdirde dünya daha adil ve yaşanmaya değer bir yer olacaktır. Fırsat eşitliğini daha kundaktayken yaratmak gerektiğini unutmamanız ve bireysel başarılarınızın da katkılarıyla geleceğin başarılı fertlerini yetiştirme şerefine nail olarak gurur duyacağınız bir hayata sahip olmanız dileğiyle; sevgilerimi sunuyorum. 8 Mart Dünya Kadınlar Günümüz kutlu olsun.

Digiprove sealCopyright secured by Digiprove © 2019 Sibel ATAM

Yorum Yapmak İster Misiniz?

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.