Güzel bir gündü. Uzun kış günlerinin ardından nihayet yüzünü göstermeye karar veren güneşin ışıkları insanın içini ısıtıyor, yeniden doğmuş gibi hissettiriyordu. Pencereden baktım. İnsanlar telaşla bir yerlere gidip geliyordu. Sanki o gün dışarıda daha mı çok insan vardı? Belki. Düşündüm. Dışarıya çıkmak iyi bir fikir olabilirdi, zaten hastaneye de gidecektim. Nicedir ağrıyan belimi en nihayet bir doktora göstermeye karar vermiş ve randevu almıştım. Belki dönüşte markete de uğrardım.
Randevuma bir saat vardı. Günlerce süren yağmurun ve fırtınanın ardından dışarıda olmak, güneşin tatlı sıcaklığını yüzümde hissetmek çok iyi geldi. Emekliliğin en güzel yanı da buydu işte. Karda kışta sokağa çıkmak zorunda olmamak. Ama evde de sıkılıyordu insan. Dışarıya çıkmayı, üç-beş insan yüzü görmeyi, iki lafın belini kırmayı istiyordu. Aslına bakılırsa, doktor randevumun böyle bir bahanesi de vardı. Üç-beş insan yüzü görmek, fırsatını bulursam birileriyle sohbet edebilmek…
Minibüse binmek için caddeye kadar yürüyüp köşede beklemeye başladım. Bir adam tam arkamdaki binanın duvarını boyuyordu. Ona bakarken her yanının nasıl da kıpkırmızı olduğunu düşünüp kendi kendime eğleniyordum. Adam işini bitirip elindeki kırmızı boya kutusuyla merdivenden inerken birdenbire şiddetle bana doğru hapşırmaz mı? Yüzüme yağmur çiseledi sanki. Bir refleksle yanağıma götürdüğüm elime baktığımda kırmızı boyanın yüzüme sıçradığını fark ettim. Paltomun ön tarafına da sıçramıştı, neyse ki lacivert renkteydi de pek belli olmuyordu. Önemli değildi, yıkanınca geçerdi nasıl olsa. O yüzden kızmadım adama. Yanımda da mendil yoktu ki. Yüzümü öylesine sileyim dedim, elim de boyandı. O esnada minibüs gelince hemen biniverdim.
Elimi cebime atıp bozuk para aradım. Hastaneye gideceğimi söyleyip, yanımdaki gençten bozuk parayı elden ele şoföre göndermesini rica ettim. Boya, paralara dokunan herkesin parmak uçlarına bulaşmıştı artık. Yanımdaki genç boyaya bulandığını fark etmediği parmaklarıyla boruya tutundu. Boruda da minik bir boya lekesi göze çarpıyordu. Biraz sonra aynı parmaklarla burnunu kaşıyıp, saçını düzeltti. Farkında olmadan yüzüne ve saçına bulaştırmış oldu. Amaaan! Ne olacaktı, alt tarafı birazcık boyaydı. Yıkayınca geçerdi, nasıl olsa. Fark ettim ki ben de tutunduğum yere biraz boya bulaştırmışım. Minicik bir kırmızılık çarptı gözüme. Az sonra arkalardan bir yer boşaldı. Başka bir gencin sesini duydum: “Bey amca, buyur geç, ayakta kalma.” Sevinmedim değil hani. Dizlerim artık ağırlığımı taşıma konusunda isyan bayrağını çekip duruyordu. Tutuna tutuna arkaya doğru ilerleyip boş koltuğa oturdum. Az sonra minibüse elinde sevimli bir kız çocuğuyla genç bir kadın bindi. Çocuğu benden boşalan aralığa itiştirip, boruya tutunmasını söyledi. Genç kadın çantasından para çıkarmak ve şoföre elden ele iletmekle meşgulken minik kız tutunduğu boruya ağzını dayıyor, dişleriyle yokluyordu. Anne durumu fark edip hemen kızını uyardı: “Çek ağzını oradan, sakın bir daha dayama!” Ama artık çok geçti. Kırmızı boya küçük kızın minik avuçlarına ve ağzının kenarına çoktan bulaşmıştı. Lekeler bariz değildi, o yüzden annesi fark etmedi bile. Oturduğum yerde uyku bastırdı. Hafiften içim mi geçti ne, elimde olmayarak esneyiverdim. Bir de ne göreyim? Önümdeki orta yaşlı adamın ensesinde, sağımdaki iri yarı hanımın elinin ve çantasının üzerinde, solumda cam kenarında oturan gencin kucağındaki kitapta ve elinde minicik kırmızı noktalar… Benden mi gelmişti? Amaaan! Ne olacaktı sanki alt tarafı boyaydı. Yıkayınca geçecekti işte. Şimdi söyleyip de insanları kızdırmanın âlemi yoktu. Kalabalık minibüsten birkaç kişiye sürtünerek, tutunarak inmek zorunda kaldım. Hatta minibüse binecek olan tatlı bir genç kız bana yardım elini uzattı, sayesinde beni kısıtlayan diz ağrılarım başıma bir iş açmadan sağ salim inebildim. Yalnız, kızın elini de lekeledim galiba, tıpkı sürtünmek ve tutunmak zorunda kaldığım diğer insanlar gibi.
Yeni taşındığım bu şehirde hastaneye daha önce gitmemiştim, yerini tam kestiremedim. Yavaş yavaş yürüyüp etrafıma bakınırken, yanımdan geçen bir genç adamı kolundan tutup durdurarak hastanenin ne tarafta olduğunu sordum. Yüzüme tuhaf bir şekilde bakan adam, “Ben de oraya gidiyorum amca, gel ben seni götüreyim,” dedi. Sevindim. “Çok teşekkür ederim evladım,” derken genç adamın yüzünde kırmızı noktacıklar oluştu. Allah Allah, diye geçirdim içimden. Ben mi sebep oldum acaba?
Caddenin ilerisinde koskocaman bir tabela kendini tüm ihtişamıyla sergiliyordu. Genç adama dönüp, “Hastane orası mı, evladım?” diye sordum. “Evet, amca, işte orası,” diye cevap verdi yardımsever genç. Artık tutunduğum sol kolu, sol yanı minik kırmızı lekelerle doluydu. “Teşekkür ederim evladım, ben bundan sonrasını kendim giderim. Haydi, sen var git işine, geç kalma,” diyerek gençten ayrıldım. Sol tarafta gözüme bir hayrat ilişmişti. Hastaneye varmadan önce biraz su içmek istemiştim. Hayratın musluğunu açtım. Musluk başlığına kırmızı boya bulaştı. Önemsemedim, ağzımı avucuma dayayıp kana kana su içtim. İçim ferahlamıştı.
Hastanede sıramı beklemeye başladım. Doktorun kapısının önünde upuzun bir kuyruk vardı. Oturacak yerler doluydu, ayakta beklemek zorundaydık. İster istemez sıkıntıyla bir of çektim. Önümdeki hanım kızın başörtüsünde kırmızı noktacıklar belirdi. Dizlerim beni artık daha fazla taşıyamayacağının sinyalini çoktan vermeye başlamıştı. Belim de sanki testereyle kesiliyordu, mübarek. Bedenimin uyarılarına kulak verip oturacak bir yer bulmak zorundaydım. Arkamda bekleyen orta yaşlı hanımefendiye dönüp sıramı tutmasını rica ettim, bahçedeki banklarda biraz oturup geri gelecektim. “Tabii amca, sen git, geldiğinde ben seni yine sırana alırım,” derken yüzünde kırmızı noktacıklar belirdiğini fark ettim.
Yavaş yavaş dışarı, hastanenin bahçesine çıktım. Çok kalabalık sayılmazdı. İlerideki banklardan biri boştu. Hemen gidip oturdum. Rahatlamanın verdiği derin bir iç çekişle etrafıma bakındım. Hastaneyi bulmamda yardımcı olan genç işte oradaydı, kafeteryanın bitişiğindeki çam ağacının altında, sol kolunu kafeteryanın banketine dayamış sigara içiyordu. Orada onunla birlikte sigara içen birkaç kişi daha vardı. Belli bir yaşa gelmiş olabilirdim, dizlerim ve belim tutmuyor olabilirdi, ama gözlerim hâlâ iyi seçiyordu doğrusu. Beş-on metre mesafemde olan genç adamın yanında duran kişilerin de ellerinde ve yüzlerinde kırmızı boya lekeleri olduğunu görebiliyordum. Demek genç adam farkında olmadan diğerlerine de bulaştırmıştı. Sigara içen adamlardan biri diğerlerine el sallayarak hoşça kal deyip gitmek üzere arkasını döndüğü esnada yere tükürdü. O yürüyüp gitti, ama kırmızı boyalı tükürüğü bahçenin asfalt zemininin üzerinde var olmaya devam etti. Hastaneden çıkan hamile bir kadın bastı önce üzerine, sonra da bahçede koşturup duran beş yaşlarında bir erkek çocuğu. Çocuğun ayakkabısının altında kırmızı boya lekesi…
Oturduğum yerden kalktım, ağır adımlarla hastaneye girdim. Sıram gelmiş olabilir endişesiyle yerimi emanet ettiğim orta yaşlı hanımefendiyi aramaya koyuldum. İşte oradaydı. Beni görünce gülümsedi ve sıraya geçebilmem için önünde yer açtı. O esnada yan tarafta duvara yaslanmış duran başörtülü bir hanım bu duruma itiraz etti. Yüzünde cerrahi maske vardı. Belli ki hastaydı veya hastalanmamak için korunma amaçlı takmıştı. Birden bağırmaya başladı. Araya girmeme çok bozulmuştu. “Hanımefendi,” dedim dayanamayıp biraz yüksek sesle konuşarak, “ben zaten buradaydım, biraz oturmak için dışarı çıkmıştım.” O esnada başörtülü hanımın maskesinde kırmızı noktacıklar belirdi. Kadın maskesini ön tarafından tutup aşağı indirerek tartışmaya devam etti. Kırmızı boya eline bulaştı. Söyleyecek daha fazla iğneli sözü kalmayınca, maskesini yine ön tarafından tutarak yukarı çekti, ama sadece burnunun altına kadar. Maskenin üzerindeki kırmızı boya eli vasıtasıyla burnunun ucuna bulaştı. Sonra kadın daha fazla bizimle muhatap olmamak için hırsla yan tarafa döndü, kenardan çıkan saçını başörtüsünün içine sokuşturdu. Saçı, başörtüsü lekelendi.
Doktor bel fıtığım olduğunu söyleyip reçete yazarken, eldivenine bulaşan kırmızı noktacıklar gözümden kaçmadı, doğrusu. Reçeteye de bulaştı biraz, ama asıl kaleminde vardı. Teşekkür edip giderken oturduğum sandalyenin kolçağında da minicik bir kırmızı leke çarptı gözüme. Amaaan! Silince geçerdi. Boya değil miydi alt tarafı.
Hastaneden çıkınca hemen karşı kaldırımdaki eczaneye girip reçetemi uzattım. Eczacı genç kadın boya bulaşmış reçeteyi cerrahi eldivenli eliyle aldı. Arkasındaki raflara yöneldi, reçetemde yazanları alırken o arada diğer müşterilerin reçetelerindeki ilaçları da almayı ihmal etmedi. Eczanedeki kalabalığın taleplerine yetişme çabasından, ilaç kutularına boya bulaştırdığını fark etmedi. Ödememi yaptım, kasadaki diğer hanım kız kırmızı boya lekeli paraları önce kasaya yerleştirdi, ardından benden sonraki müşteriye para üstü olarak uzattı. Arkamdaki adam lekeli paraları alıp cebine attı.
Tekrar minibüse bindim, evimin yakınlarında inip markete girdim. Takıntım vardır, raflarda en önde duran ürünü değil, nedense hep arkasındakini alırım. Bazen elimde evirip çeviririm; son kullanma tarihlerine bakar, paketin patlak olup olmadığını kontrol ederim. Genellikle de ilk gördüğümü değil, en beğendiğimi alırım. Huy işte. O gün de diğerlerinden farklı değildi benim için. Elinde cerrahi eldiven olan market çalışanı, aldıklarımı tek tek kasadan geçirirken parmaklarındaki kırmızı lekenin miktarı her seferinde arttı. Arkamdakileri kasa kuyruğunda bekletmemek için süratle çalışırken minik lekeleri fark etmedi bile. Kasanın ekranında ödemem gereken rakamın belirmesini beklerken bir anlığına kulağını kaşıyıverdi. Kulak memesinde kırmızı boya lekesi olduğunu söylese miydim acaba? Amaaan! Başıma dert mi alacaktım akşam akşam? Bir şey söylemeden poşetlerimi alıp eve gittim.
O gün yaklaşık 3 saat dışarıda kaldım. Bir ihtiyacım olmadığı için bir daha evden çıkmadım. Zaten sonrasında hava yine fırtınalı ve yağmurluydu. Yaklaşık bir hafta sonra bir gece yarısı kâbuslarımdan şiddetli göğüs ağrısı ve nefes darlığıyla uyandım. Soluk alamıyordum. Biraz olsun nefes alabilmek için verdiğim mücadele canımı çok acıtıyordu. Boğuluyordum sanki. Kan ter içinde kalmıştım. Elimi alnıma götürdüm. Islak alnım cayır cayır yanıyordu. Kulaklarımdan, gözlerimden ve dudaklarımdan alev fışkırıyordu sanki. Yatak sırılsıklam olmuştu. Ne yapacağımı bilemiyordum. Doğrulmaya çalıştım, ama vücudum buna da müsaade etmiyordu. Kolum bacağım kırıktı adeta. Dalıp dalıp gidiyor, aniden şiddetli bir öksürükle uyanıyor, nefes almak için yaşam mücadelesi verirken çektiğim acıdan dolayı gözlerimden yaş iniyordu. Ardı arkası kesilmeyen öksürükler en nihayet beni öğürtüyor, ağzıma acı sular geliyordu. Can havliyle elimi yatağımın yanındaki komodine uzatıp cep telefonumu aldım. Konuşamadığımı, fısıldamanın bile bana ne büyük bir acı verdiğini, 112 Hızır Acil servisini aradığımda anladım.
Şimdi aynı hastanedeyim. Yoğun bakımda yatıyorum. Solunum cihazına bağlıyım. Kendi kendime nefes alamıyorum. Acılar içinde kıvranıyorum. Hayatta kalmak için büyük bir mücadele vermek zorundayım. Doktorlar, beni bu hale getirenin o boya lekeleri olduğunu söylediğinde yüreğime koskoca bir ok saplandı sanki. “Böyle bir şey nasıl olabilir?” diye soracak oldum, yapamadım. Doktorlar soru sorduklarında sadece işaretle cevap verebiliyorum. O da halim varsa… Bazen yoğun bakım hemşirelerinin kendi aralarındaki fısıldamalarına kulak misafiri oluyorum. Aynı şikâyetle gelen yüzlerce kişi olmuş, sayıları giderek artıyormuş, hastanenin kapasitesi yetmiyormuş. Hayatını kaybedenler olmuş. Aralarında astım hastası küçük bir kız da varmış…
Ben mi sebep oldum tüm bunlara? Onca insan benim yüzümden mi ölümle pençeleşiyor, benim yüzümden mi canını veriyor? Ah, bu illetle savaşanlara mı üzüleyim, yoksa ölenlere mi kahrolayım? Şu koca ömründe bir karıncayı bile incitmekten kaçınmış olan bu adam, onlarca insanın ölümüne sebep olduktan sonra bu vicdan azabıyla nasıl yaşar? Yüreğinden oluk oluk akan kırmızı boyayı şimdi silmesinin ne faydası var? Bırakayım da boğsun beni, kara toprağın insafına terk etsin beni…
Evde kalın, sağlıklı kalın…
Copyright secured by Digiprove © 2020 Sibel ATAM