“Bu ara hangi kitabı okuyorsun?”
Bu soru size en son ne zaman soruldu, hatırlıyor musunuz? Peki, kim sordu? Kimin sorduğuna dikkat edin, o kişiyi iyi belleyin. Biri size hangi kitabı okuduğunuzu soruyorsa ya sizi daha yakından tanımak istiyordur ya da o ara hâletiruhiyenizi ve nasıl bir ruhsal/zihinsel gelişim sürecinden geçtiğinizi merak ediyordur. E tabii, böyle bir soruyu sorduysa da sizinle okuduğunuz ya da belki okumanızı tavsiye edebileceği kitaplar hakkında tartışabilecek düzeyde biridir mutlaka. Kitap okumayan biri size böyle bir soruyla gelmez zaten. Merak etse de sormaz. Tartışamaz çünkü.
Bana bu yaz gerçekten kendime çok yakın gördüğüm iki kişi tarafından soruldu. Biri çok sevdiğim bir meslektaşımdı, diğeri de tam bir kitap kurdu olan eski köşe yazarı kuzenimdi. Daha önce kimin, ne zaman sorduğunu bile hatırlamıyorum, ne yazık… Hâlbuki okunan bir kitap üzerinde tartışmak, konuşmak ne büyük keyif, ne güzel bir paylaşımdır.
Biz, okumayan bir toplumuz. Okumaktan hep uzak duruyoruz. Sanki çok kötü bir şeymiş, okursak bize bir şey olacakmış, pisliği üzerimize yapışacakmış gibi korkuyoruz. Önyargılıyız. Daha arka kapak özetini bile okumadan, kitabı kapağına göre değerlendirip bir kenara atıyoruz, yüzüne bile bakmıyoruz. Kaçmamız, sakınmamız, çoluk-çocuğumuzu korumamız gereken yasa dışı bir zehirmiş gibi muamele ediyoruz. Kitap okuyan insanlarla alay ediyoruz, küçümsüyoruz, onları sosyal olmamakla, gereksiz işlerle uğraşmakla, boşa zaman harcamakla suçluyoruz. Neden yapıyoruz bunu? Çünkü kültür eksiğimiz var. Bakın; kültürsüzüz demiyorum, bu konuda eksiğimiz var diyorum. Koskocaman bir kara delik gibi hem de.
Nedir bu kültür eksiği?
En kısa ve en anlaşılabilir şekilde şöyle izah edeyim: Orta Çağ döneminin Avrupa’sında şifacı kadınlar cadı diye asılır, parayla cennetten toprak satılırdı (tanıdık geldi mi?) ve sadece İncil okumak serbestti. İlk olarak İtalya’nın Toskana bölgesinde ortaya çıkan bir akım olan Rönesans zamanla tüm Avrupa’ya yayıldı. Cehalet çağının kapanması ve Yunan-Roma kültürünün gelmesiyle Avrupa kelimenin tam anlamıyla yeniden doğdu. Cehalet ölmeye başladı, hurafelerden ibaret olan dini otorite derinden sarsıldı. Kısa süre sonra İtalya’da resim, heykel ve mimaride yeni bir çağ başladı. İnsana, insan olduğu için değer veren bir felsefi bakış olan Hümanizm, Rönesans’ın içinde adeta kendini buldu. Çünkü Hümanizm; akıllı insanın varlığını esas alan ve en büyük değer olarak gören, kişinin ahlak ve yaratıcılık anlamında kendi kendine yetmesini savunan, böylece insanın salt doğallığını ve özgürlüğünü ortaya çıkarmayı amaçlayan felsefi bir düşüncedir. Bu dönemde birçok edebiyat akımı da doğdu, şu anda “Klasikler” olarak nitelendirdiğimiz edebi eserlere zemin hazırladı. Yani sadede gelecek olursak; Avrupa insanı Orta Çağ’ın bitişinden beri sanatla iç içe olmuş, onunla yoğrulmuş, okuma alışkanlığı kazanmış, hatta son derece sıra dışı gelen bu edebi eserlerin (yani bizlerin ‘çok ağır yahu, amaaan hayatta okuyamam valla’ deyip bir kenara attığımız eserlerin) tutkunu, yazarlarının hayranı olmuşlardır. Ufukları genişlemiş, başka bakış açılarını değerlendirmiş, ruhsal ve zihinsel bir gelişim göstererek at gözlüklerini çıkarıp atmışlardır. Bunun sonucunda aydınlanmış, yaratıcılıkları ortaya çıkmıştır.
Haydi, bir de dönüp bizde ne olmuş, ona bakalım:
Osmanlı’nın matbaayla ilk tanışması sanılanın aksine Avrupa’dan 200 yıl sonra İbrahim Müteferrika aracılığıyla değil; IV. Murat’ın emriyle 1639 yılında Bünyamin Efendi tarafından Avrupa’dan özel siparişle getirilmesiyle olmuştur. Ancak Osmanlı devletinin o zamanlar büyük bir dar boğazdan geçmesi nedeniyle matbaa makinesi kullanılamamıştır. IV. Murat ölür ve yerine Sultan İbrahim tahta geçer. O dönemde Osmanlı’da iç karışıklık vardır, matbaa karşıtı bir grup sultanı etkiler ve sultan da “Tiz bu ucube eritile!” emrini verir. Matbaa makinesinin ahşap olduğu bilgisi bile verilmemiştir sultana.
Makine eritilmesi için saraydaki demircibaşıya teslim edilir, o da eritemediği bu tuhaf makineyi yakmaya kıyamaz; 3 altına bir Yahudi’ye satar. Yahudi de makineyi 50 altına Cenevizli bir tüccara satar. Cenevizli tüccar makineyi gemiyle İspanya’ya kadar götürür. Ancak zaten çok para kazandığı için makineyi gemiden indirmez bile. Gemi Amerika kıtasına doğru yola çıkar, I. Manuel Rodriguez Adası’na varır. Erzak alacak olan geminin kaptanı, çok yer kapladığı için makineyi denize attırır. Ahşap matbaa makinesi yanında dizgi harfleriyle beraber 1641 yılında kıyıya vurur. Eski bir papaz olan Jose Martinez deniz kıyısında gezerken bu acayip makineyi görür. Matbaanın ne olduğunu biliyordur ancak bu çok daha gelişmiş bir modeldir. Hemen alıp kendi berber dükkânına getirir. Kurutur, temizler, yağlar. Uzak Doğu’da kâğıt yapımını öğrenmiş olan bir denizciden nasıl yapıldığını öğrenir, mürekkep tedarik eder ve kısa sürede İncil basıp dağıtmaya başlar. Bir süre sonra adanın günlüğünü de tutar, gelip giden gemilerin hikâyelerini basıp dağıtır. Ne büyük bir şanssızlık, öyle değil mi sevgili okurlar. Tüm bunlar olurken bizim atalarımız sadece savaşla, hayatta kalmak için iki lokma ekmeğin peşine düşmekle meşgul olmak zorunda kaldı. Bu tarihten yaklaşık 100 yıl sonra matbaa tekrar geldi. Çağı yakalayamamış olmak, büyük bir kültürel kara delik yarattı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün çabalarıyla bu delik kapatılmaya çalışıldı. Başarılı oldu olmasına, ama daha önümüzde kat edilecek çok yol var. Ekonomist Emre Alkın’ın bugün sosyal medyada şöyle bir Tweet’ine denk geldim: Sürekli “üretim” deniyor. Ülkede üretim sorunu yok. Üretmek dünyanın en kolay işi. Tasarım zor, markalaşmak zor. Bunun için de bilim ve sanatla büyütülen nesiller lazım. Tasarlayacak zekânın yaratıcı olması lazım. “Üretmek” demeyin artık. Üretiyoruz ama değer katamıyoruz.
Bırakın, çocuklarınız okusun.
Ne isterse onu okusun. İster çizgi-roman okusun ister Wattpad kitapları. İster polisiye okusun ister aşk romanı. Karışmayın, ne olur. Bugün onları okur, yarın daha nitelikli kitapların arayışına girer zaten. Önemli olan keyif alarak okumasıdır. Alışkanlık kazanmasıdır. Bu bir ödev değildir, görev değildir; olmamalıdır da. Zevk için okumalıdır insan. Fuarlarda çok denk geliyorum, çocuk bir kitabı almak istedikçe anne-babalar dudak bükerek çocukları/gençleri çekiştiriyor, “Ne yapacaksın vampir kitabını, boş ver,” deyip vazgeçiriyor. Neden müdahale ediyorsunuz? O kitabı yazan bir vampir değil; böyle bir hayal gücü olan sizin, benim gibi bir insan sonuçta. Gece çocuğu uykusunda yiyecek değil ya. Neden çocuğunuzun hayal gücünün gelişmesine engel oluyorsunuz? Neden çocuğunuz kitap almak istediğinde ilk sorduğunuz soru fiyatı oluyor? Fuardan/kitapçıdan çıktıktan sonra ailece yemek yemek için bir restorana girdiğinizde masaya oturmadan önce, “Üç kişi ne kadar hesap öderiz,” diye soruyor, beğenmediğinizde oturmadan kalkıp gidiyor musunuz? Ödeyeceğiniz rakam ortalama 90-100 TL olacakken ve 3 saat içinde sindirim sisteminizi terk edip kanalizasyona karışıp gidecek, alacağınız tek zevk yemeğin sadece ilk 20 dk.sından ibaret olacakken; siz ondan vazgeçmedikçe sizi asla terk etmeyecek ve ne zaman elinizi uzatsanız size tüm kalbini açacak, değer katacak, bir şeyler öğretecek, vizyonunuzu genişletecek bir kitaba sadece bir paket sigara parası vermekten neden imtina ediyorsunuz?
Topluma ters düşecek bir fikirle çocuklarınızın beyninin yıkanmasından korkuyorsunuz, öyle değil mi… Bu korkunuz boşuna. Emin olun. Siz karakterli çocuklar yetiştirdikçe, dini ve ahlaki öğretileri adamakıllı (burası önemli!) öğrettikçe okudukları hiçbir şeyin etkisinde kalmazlar. Bilakis, sahip olduklarının ne büyük değerler olduğunu bir kere daha anlarlar. Size kısa bir anekdot aktarayım:
Bundan 45-50 yıl önce, Anadolu’nun küçük bir kasabasında yaşayan Ayşe adında bir kız vardı. Lise 2’ye başlamıştı. Annesi o zamanlar yeni çıkan bez ciltli klasikleri alıp evin kütüphanesine dizmişti. Kitaplara baktıkça içi giden Ayşe o sene bütün klasikleri okuyup bitirdi. Sene sonunda sınıfta kaldığını öğrendiği sabah büyük bir üzüntüyle eve gelip kötü haberi annesine verdi. Fakat annesi ona şöyle dedi: “Sen dışarıda onunla bununla gezip tozduğun, haylazlık yaptığın için kalmadın sınıfta yavrum. Klasikleri okuduğun için kaldın. Bu da eğitimin bir parçasıdır. Aynı sınıfı bir daha okursun, ne olacak,” dedi. Ayşe ertesi yıl iftihara geçen bir öğrenci oldu ve başarı çizgisini bir daha hiç düşürmedi. Yakından tanıdığım bu kişi bugün bile merhum annesini sevgiyle anar, okuma şevkini kırmadığı, bilakis onu teşvik ettiği için ona dua eder.
Bırakın, çocuklarınız okusun.
Çünkü mevcut eğitim sistemi ne olursa olsun yanı sıra kitap okumadıkları, yaratıcılıklarını ve bakış açılarını geliştiremedikleri sürece sadece okumuş ama adam olamamış, hiçbir değer katamamış, cehalet denen o kara delikte kaybolup gitmiş nesiller yetiştirirsiniz, o kadar…
Copyright secured by Digiprove © 2018 Sibel ATAM